Nefis, -üzerinde birkaç kez durulageldiği disiplin ve yöntemlerle- az da olsa dürtülerinin önü alındığı, sütreler oluşturulduğu ölçüde “beyne beyne” bir hal alır ki -ileride üzerinde durulacaktır- bu haliyle ona “nefs-i levvâme” denmektedir. Hakk’a teveccüh-ü tam, dua, zikir, fikir, riyazet ve mürşid-i kâmil ile bir-iki adım daha atınca, belli ölçüde itmi’nana ve bir huzur oturaklaşmasına erdiğinde de o nefse “nefs-i mutmainne” denegelmiştir.
Kur’an-ı Kerim ilk hamle ve sıçramanın hâsıl ettiği duruma وَلَۤا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ “Kendini eleştirip kusurlarından ötürü pişmanlık duyan nefse kasem ederim!..” (Kıyâme sûresi, 75/2) ayetiyle işaret buyurur. Birkaç basamak yukarılarda bulunan nefse de يَۤا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ * اِرْجِعِۤي إِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً “Ey iman ve ihsanla itmi’nana erip oturaklaşmış nefis! O senden, sen de O’ndan razı olarak dön Rabb’ine!” (Fecr, 89/27-28) âyât-ı pür envârıyla iltifâtât-ı sübhâniyesini gösterir. Bu seviyeye ermiş bir nefis, tefekkür, tedebbür ve değişik derinlikteki teemmülleriyle insanın manevî anatomisinin melekûtî bir buudu haline gelir. Böyle bir nefse hukemâ “nefs-i nâtıka”, bazı ulema “nefs-i müdrike”, Kur’an-ı Kerim ise “nefs-i mutmainne” demektedir. Bu arada onu ayn-ı ruh kabul edenler de olmuştur ki, Kur’an dışı değişik mülahaza serdedenlerinki biraz da onu fonksiyonları itibarıyla değerlendirmekten kaynaklanmaktadır.
Aslında hem nefis hem de ruh, her ikisi de âlem-i emirden olmalarının yanında, dıştan gelen farklı sinyallere açık sistemlerdir. Değişik şerarelerle ufku karartılmamış bir kalb ve üst tabakası sayılan ruh, bütün kapı ve pencereleriyle ilahî varidâta ve melek ilhamlarına müheyya olmasına karşılık, terbiye ve tezkiye görmemiş bir nefis ise umum menfezleriyle şeytanî şerare ve sinyallere “müfettehatü’l-ebvâb”dır. Melekler, o latîfe-i rabbâniyeye ihlas, rıza ve Hak hoşnutluğu nefhederler. Şeytanlar ise onu kendilerine bend etme iğvâlarıyla Hak’tan koparma peşinde koşar ve bu derbeder ruhu meâsî ve mesâvî şerareleriyle uyutur, onunla oyun oynarlar.
Bu konu şöyle de açıklanabilir: Nefis, insanın manevî anatomisine yerleştirilmiş ahlak-ı mezmûme ve mesâvî alıcısı (almaç); latîfe-i rabbaniye olan kalb ise, ahlak-ı hasene ve evsâf-ı mahmude radyosu mesabesindedir. Göz görmek, kulak işitmek, burun koku almak, ağız konuşmak ve yemek için birer uzuv olduğu gibi, bu iki farklı sistem de birbirine mütebâyin fonksiyonlar eda etmektedirler. Bunlardan pozitif olanın arkasında iman, marifet, muhabbet ve ilm-i ledün; negatif olanın temelinde de cehl-i mürekkep, cehl-i muzaaf ve cehl-i mük’ab… gibi insanı esfel-i sâfilîne sukut ettirecek enâniyet edalı hoyratça bir kabalık ve had bilmezliğin mevcudiyeti söz konusudur.
Terbiye ve tezkiye mahrumu nefse karşı, şer’î disiplinler çerçevesinde kapalı kalma, cismanî arzuları Hak sevgisi ve âkıbet endişesiyle zapturapt altına alma ve istidadı ölçüsünde nefehât-ı ünse her zaman açık bulunma… kalbi ve ruhu koruma adına birer sera sayılırlar. Aslında bu, bir ölçüde takva düşüncesi yörüngesinde yaşama demektir ki, o da haram ve şüpheli şeylerden uzak durmanın yanında, şüpheli olabileceği endişesiyle bazı mubahları dahi terk etmekten geçer. Bu, nefsanî ve cismanî arzular itibarıyla مُوتُوا قَبْلَ أَنْ تَمُوتُوا “Ölmeden evvel ölünüz!”fehvasınca, nefis ve enâniyet cihetiyle ölüp kalbî ve ruhî ufuk açısından da bir “ba’s-ü bade’l-mevt”e erme demektir.
Ehl-i tahkik ve erbab-ı marifetçe nefis, farklı bir bakışla şöyle değerlendirilmiştir: O bir “nefs-i külliye”dir ki Levh-i Mahfuzhakikatinin bir farklı unvanı ve “akl-ı evvel” unvanıyla anılan âlem-i emirden bir mahiyet-i latifedir. Ona, bu yaklaşım açısından “akl-ı evvel” dendiği gibi “kalem-i a’lâ” da denegelmiştir. Bu anlayışa göre “nefs-i külliye” bütün âlemin kalbi demektir ki, bu da her şeyin onda mündemiç olduğu manasına gelir. Tıpkı insan kalbi, nâmütenâhîlere açık meclâ mahiyetinde bir arş sayıldığı gibi, o küllî nefha-i ilâhiye olan nefs-i nefesiye de bir âyine-i umumiyedir ki Hakikat-i Ahmediye’yi işaretlemektedir. Hadis diye rivayet edilen, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın ilk yarattığı benim nurumdur.”[1]beyanı da Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın her şeye sâbıkıyetini işaretleyen mahiyeti bizce meçhul bir hususiyettir.
Bunların yanında nefs-i külliyeye bir kısım mutasavvıfîn “akl-ı küllî”, “ruh-i küllî” ve “ruh-i izâfî” dahi diyegelmişlerdir ki, onlar da mülahazalarını, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ الْعَقْلُ “Allah’ın ilk yarattığı nesne akl-ı küllîdir.”[2]beyanına dayandırmaktadırlar. Buna göre, hal-i hazırdaki topyekûn âlem/âlemler, yer-gök ve onlardaki her şey, meşîet-i ilahiye ve âdet-i sübhâniye ile tedricen bu akl-ı küllî çekirdeğinden meydana gelmiş/getirilmiştir. (Allahu a’lemu bissavab!..) Zikredilen bu mülahaza açısından, vücûd-u haricî itibarıyla bütün âlemler âlem-i ceberut ile isimlendirilen âlem-i ukûl ve nüfûs-i mücerrededen ibaret kabul edilmekte, ondan sonra ise âlem-i misal gelmektedir. Mücerret, gayr-ı mücerret, her birinde onların misalî âlemlerinin mevcudiyeti söz konusudur ki, bunların idraki bizim ufkumuzu aşan şeylerdir. İşin aslı, bütün bunların idraki, bâtınî hâsselerin inkişaf-ı tam ile inkişafına emanet şeyler olup ancak erbabının anlayabileceği türden metafizik hadiselerdir. Bazılarının âlem-i melekût yorumları da bu istikamette olagelmiştir.
Bazıları da nefsi, nefs-i nâtıka olarak ele almış ve farklı ad ve unvanlarla yâd edegelmişlerdir. Kimilerine göre o, ruhtan ibaret bir latîfe, kimilerince kalbin ta kendisi, diğer başkalarına göre de hakikat-i insaniyedir. Bir kısım sofiler ise “O, ruh-i mücerretten başka bir şey değildir.” şeklinde kesip atmışlardır. Bunlara göre ruhun bâtınî ve melekûtî yönü sır, sırrın üstü sırru’s-sır, onun ötelere açık mafevki ve maverası hafî, daha ötelere ait en derin ve idrak-i nâkâbil olanı da ahfâdır.
Erbâbı, bu hususu şu şekilde ele alıp değerlendirmelere gitmişlerdir: Bilinmezliği Zât-ı Baht ile alakalı “ahfâ” hakikatinin tenezzül ve tebellürle kısmen idrak edilegelmesine “hafî”, onun bir derece daha tenezzül ve tekâsüfüne “sır”, onun da -erbâbına ait olmak üzere- beşerî idrak ufkuna tenezzül etme keyfiyetine ve bir kanun-i emr-i ilahîden ibaret bulunanına da “ruh” deyivermişler. Bunlar ayrıca ruhu dört mertebede ele alarak, kalb, nefs-i nâtıka, latîfe-i insaniye ve unsur-i manevî şeklinde görmüş ve bunun bir derece altındaki latifeye de unsur-i hayvanî ve nefs-i emmâre demeyi uygun bulmuşlardır ki أُولَئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Onlar hayvan gibi, hatta onun da dûnundadırlar.” (A’raf sûresi, 7/179; Furkan sûresi, 25/44) ferman-ı sübhânîsinin bunu işaretlediğini söylemişlerdir.
Bir başka yaklaşımda da nefis; emmâre, levvâme, mülheme, mutmainne ufkuna açık bir cevher, râdıye-mardıyye, hatta sâfiye-zâkiye payeleriyle de taçlanmaya müsait bir mahiyet-i mütehavviledir. Latîfe-i rabbaniye ise, maddî yapısı itibarıyla çam kozalağı şeklinde bir et parçası olmasına mukabil, özü, muhtevası ve gaye-i hilkati açısından bir ayine-i esrâr-ı ilahiye, bir meclâ-i tecelliyât-ı sübhâniye, bir nazargâh-ı rabbanî ve ruh ile nefis arasında regülasyon misyonu ifade eden bir cevher-i şehinşâhîdir. İnsanın hakiki insanlığı onun kalbî hayatıyla mebsûten mütenasip bir mahiyet arz etmektedir. Ehlullahın “kalb ehli” dedikleri kimseler de işte hep bu esmâ-i ilahiye mütalaasında,sıfât-ı sübhâniye temaşasında ve daha ötesinin iştiyakıyla yanıp kavrulan gönül erleridir. Mustafa Rasim Efendi, nefis ve ruh arasında bir kalibrasyon vazifesi gören latîfe-i rabbaniye ile alakalı şunları söyler:
“Nüsha-i Âdem’den ey dil ayet-i kübrâya bak
Suret-i rahmetten mefhum olan manaya bak.
Ger nazarda hurdebîn oldunsa mir’ât al ele,
Bir sana bak bir dahi aç gözlerin öteye bak.
Ârifin kasdı cihan arayadır dareynde
Ta sen gehî dünyaya, gehî ukbâya bak…”