Bir Hicret Hikâyesi

Konvoyun etrafında sınırsız bir boşluktu gece… Gecenin etrafında yürekleri saran meçhul bir his… Korku mu, ümit mi, yürekte kördüğüm olmuş, donuk bir acı mı? Bu karmaşık duygunun adı neydi?

Günlük hayatın hengâmesi içinde hiç doya doya seyretme fırsatım olmamıştı gökyüzünü. Ay bu kadar gizemli miydi her daim? Yıldızlar böyle parıldar mıydı?

Uzaklarda, derinden derine, cırcır böceklerinin o eşsiz nağmeleri… İnceden, kısık bir ses hayallerimi yırtarcasına mırıldandı:

“Çabuk olun! Bu işin şakası yok.”

Tam zamanıydı edebiyat ufuklarında yelken açmanın! Bir yanda cırcır böcekleri, bir yanda hayatın acımasız gerçekleri…

Dile kolay, 40 yıl… Hatıralarım, beklentilerim, öğrencilerim… Hepsi mazide mi kalacaktı? Ya hayallerim, gözyaşlarım, gülüşlerim? Şimdi koşar adım uzaklaşıyordum tüm sevda türkülerimden. Elveda yıllarca bağrımda sakladığım, elbirliğiyle öldürdüğünüz çocuk yüreğim. Elveda canımın içi ailem, bütün sevdiklerim. Elveda dostlarım, anılarım, gençliğim…

İnsan ölürken de böyle mi hissedecek, ömür dediğin bir solukta mı bitecekti?

Aynı ses tekrar mırıldandı derinden:

“Çabuk olun; çabuk, durmak yok.”

Bir de sağlam olsaydı ayağım. Atlaya zıplaya merdivenlerden inmek neyimeydi ki benim? Tam geçti geçecek derken inceden inceye sızısı yükseliyordu bileğimde. Sırtlarındaki koca çantalara rağmen kızlarıma hızlanmaları için işaret ettim. Belli ki oğlum ve bana düşen, konvoyun bitiş noktası olmaktı. Korkudan nutku tutulmuş olmalıydı ki çıt çıkarmıyor, tek kelime etmiyordu. Her gece sarılarak yattığı minik ördeğini bile sormuyordu.

Her çocuğun yanındaydı babası. Kimisi kucaklamıştı yavrucağını. Ya benim küçüğüm? Mahzun ve boynu bükük, babalarının elinden tutan çocuklara bakmaktaydı. Babasızlığının o da farkındaydı. Saatlerce körpecik bedenini sürüyerek yürümüş, ses etmemişti. Kim bilir ne fırtınalar esmekteydi minik yüreğinde.

Yağmur çiseliyordu. Babacığının hayalleri arasında, belki de onun adına, her bir yağmur damlası buseler konduruyordu al yanaklarına.

Sessizliği yaran uğultu giderek yükseliyor, rüzgârdan gözlerim yanıyordu. Bu mevsimde nasıl bir havaydı böyle? Hz. Yunus’un (aleyhisselâm) kıssasını hatırladım. Denizde değildik, ama dağdağalı, bir o kadar da karanlıktı gece: “Rabbim, balığa emanetti Hz. Yunus. Bu ıssız gecenin bağrında kulların yalnız Sana emanet. Sebepler tükendi. Masiva sus pus…”

Bastığım yerleri göremiyordum. Bir ses fısıldadı telaşla:

“Burası çok tehlikeli, koşun! İlerdeki ağaca kadar durmak yok.”

Kalbim göğsümde değil, sanki kulaklarımda atıyordu. Ayın sönük ışığı altında, bir bilinmeze doğru hızla koşmamız isteniyordu. Rüzgârın uğultusunda, anacığımın ben çocukken kullandığı pırıltılı şalı gibi dalgalanıyordu yapraklar.

Ah benim melek yüzlü anacığım! Bilmem ki bir daha görebilecek miyim seni. Son bir kez öpemedim elini, doya doya sarılamadım, affet. Gidip de dönmemek, dönüp de bulmamak var. Gariplerden bir garip kızına hakkını helal et.

“Az kaldı, ha gayret!”

Ben düşüncelere dalmışken büyük kızım, ayağı kayıp yoldan aşağı yuvarlanıyordu ki kolundan yakalayıp çektim. Bir yandan dualar okuyor, bir yandan da bastığım yerden habersiz, koşuyordum küçüğümü sürükleyerek.

Bütün bunlar kötü bir rüyadan ibaret olmalıydı. Gözlerimi sıkıca kapattım, zira zaten göz gözü görmemekteydi. Her sabah uyandığımdaki gibi gün ışığı yeniden pencereme vuracak mıydı? Bembeyaz tül yeniden bir bahar esintisini bahane ederek odamın ortasına huzuru salacak mıydı?

Geçen seneden beri aynı temenni içindeydim sanırım. Hayır, geriye dönüp bakmamalıydım. Bu bir hicretti. Yüce Rabbim hicret edenler için ne güzel buyurmaktaydı:

“Kim, Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde göç edilecek birçok geniş yer bulur ve kim, Allah ve O’nun elçisine hicret etmek için evinden çıkar, sonra da kendisine ölüm yetişirse, artık onun ecri Allah’a ait olmuştur ve Allah, Gafur’dur, Rahîm’dir.” (Nisa, 4/100).

Bu bir hicretti. Rabbim, bir “hiç” olarak geldim kapına. Senden başka kimsem yok. Lütfedeceğin her nimete muhtacım.

“Herkes olduğu yere çöksün! Çıt çıkarmak yok! Yolun sonuna geldik.”

Gece, ayaz, sis ve nehir… Ne hazin, ne efsunkâr bir dörtlü…

Yepyeni hayatlara ışık, taze canlara isim oldun Meriç. Haritalarda görmüştüm yalnız seni. Her zaman böyle çağlar mısın deli deli?

Bir suyun iki yakası… İkisi de farklı dünya… Bir yanda sızım sızım sızlayan bir derin yara; diğer yanda bir bilinmeze doğru yol alan, kaygıyla karışık ümit…

Etrafa bakındım. Herkes nereye kaybolmuştu bir anda? Karşımızda sadece bir rehber, bir de kayıkçı durmaktaydı.

Hasretine yanacağım, özlemine kanacağım benim canım ülkem… Gözlerim doluverdi ansızın. Ülke dediğin sadece bir toprak parçası mıydı? Gecenin değil kimsesizliğin, çaresizliğin ayazında üşüdüm.

Gün ağarmış, sabahın ilk ışıkları yüzünü göstermeye başlamıştı. Takati kalmamıştı yavrucağın. Yürüyemiyor, yığılmak istercesine kendini boşluğa bırakıyordu. Ben de tükenmiştim artık. Elinden tutamıyor; hem kendimi hem de onu adeta sürüklüyordum. Kulağına eğilip fısıldadım:

“Biz nereye gitmeye çalışıyoruz, biliyor musun?”

“Nereye?”

“Babanın yanına gitmeye çalışıyoruz.”

Yavrucak, sevinçle ablalarının yanına koştu ve “Babama gidiyormuşuz!” diye bağırdı.

Ablaları panikle ağzını kapattı: “Sus, şimdi yakalanacağız!”

Öndekilerde bir şaşkınlık belirmişti. Nasıl olmuş da bu çocuk bu kadar enerjik kalabilmişti?

İçlerinden biri bana dönüp “Çocuklar hiç yorulmuyor” dedi, gülümseyerek.

Gözlerim buğulanıverdi. Yorulmaz mıydı hiç? Hem bedeni hem ruhu yorgundu aslında. Çocukluğunu yaşayamamış, erkenden büyümek zorunda kalmıştı bu nesil. Yüreği yaralı her bir çocuk gibi oğlumun da dumanlıydı gözleri.

Sabahın aydınlığı bize de enerji katmış olacak ki hâlâ yürüyebiliyorduk. Oğlum da birazcık olsun canlanmış; eline aldığı bir sopayı kılıç gibi kullanarak kendince oynamaya çalışıyordu.

Sonunda beklenen oldu. Komşu ülkenin polisleri karşımızda duruyordu. İçimi en çok acıtan neydi, biliyor musunuz? Hayata parmaklıklar ardında başlayan; cezaevlerinde emekleyen yüzlerce bebek hatırına, merhamet dolu gözlerle baktılar çocuklarımıza. Kendi ülkemizde bulamadığımız bir merhametle…

İşlemler yapılırken yorgunluktan bîtap düşmüş bir halde bekleşiyorduk. Birden küçüğüm koşarak yanıma geldi. Eli kanıyordu. Geçtiğimiz çalılıklar yüzünden zaten yüzü gözü çizikler içindeydi. Sopasını bırakması için ikna etmeye çalıştığım sırada bir polis geldi. Sopayla oynamanın tehlikeli olduğunu hareketlerle anlatıp oğlumdan sopayı vermesini rica etti. Çaresiz uzattı küçüğüm. Ardından gözyaşları sel oldu. Sıkıca sarıldım:

“Bebeğim, çok mu acıyor elin?”

“Hayır, elim değil, kalbim… Ben neyle oynayacağım şimdi?”

Şaşırmıştım. Altı yaşında bir çocuğun sözleriydi bunlar. Hıçkırıklar boğazımda düğümlendi kaldı. Bu yolda büyük küçük herkes kendi imtihanını vermekte, kendi kaderini yaşamaktaydı.

Körpecik yürekleri kırılmış, hayalleri çalınmış, çocuklukları ellerinden alınmıştı bir neslin. Rahman’ın masum kulları; size yapılan bunca zulmün hesabını nasıl verecekler?

Nice yeniliklerin, nice güzelliklerin başlangıcıdır tükenişler. Tozun toprağın bağrında filizlenir güller. Hakk’ta fani, ufku geniş, sevdası büyük nice güzel gönüller tanıdım yollarda. Çok şey öğrendim yaşadıklarımdan, yoksunluklarımdan. Kaybettiklerimle kazandım.

 

 

Bu yazıyı paylaş