Acıyorum

Gönülden kopup gelen bir şefkat hissiyle kalb ve ruhun titreyişidir acıma duygusu. Min vechin bütün canlılarda, Rahman u Rahim, Hannân u Mennân… gibi ilahî isimlerin bir tecellîsi olarak bulunsa da farklı derinlikleriyle insanoğluna has bir utûfe-i ilahiyedir. Bu mevhibe-i fevkalade ile insan, -bütün bütün insanlıktan uzaklaşmamışsa- bir kor gibi içini yakan, ruhta ve düşüncede acıya dönüşen bir tablo karşısında hemen inlemeye durur.. duyarlılığıyla doğru orantılı, salar sızlanmalara kendini ve âh u vâhlarla soluklanmaya başlar.

Başta insanoğlu, hususiyle de anne-baba olmak üzere bütün canlılarda bu tür bir şefkat hissi ve acıma duygusunun mevcudiyeti “lâzım-ı gayr-ı müfârık” olarak söz konusudur ki, canlı, bu duyguyu tetikleyen hemen her tablo karşısında onu savma adına ölesiye gayretlere girer.. kendi hayatını istihkar edercesine “Can feda!” der ölüme yürür.. bu acıma hissinin neye mal olacağını düşünmeden ateşleri göğüsler.. yaşama duygu ve düşüncesini bütün bütün gönlünden siler.. ve bütün hissiyatıyla, çeşidi ne olursa olsun o acıyı dindirme ve o yangını söndürme üzerinde yoğunlaşır. Öyle ki, bu iç sızısıyla yavrularını koruma adına tavuk kediye-köpeğe saldırır.. tavşan ölümü göze alarak, kurtla-sırtlanla yaka-paça olur.. sığırlar arslana-kaplana boynuz tehdidinde bulunur… Hele insan hele insan; o, bu engin his ve iç derinliğini yitirmemişse, acıma hissini tetikleyen benzer tablolar karşısında yanar-yakılır.. kendini ateşlere atar.. ve o derin acıma ruh haletiyle gözünü kırpmadan yürür ölümün üzerine.

Şefkat hissi ve acıma duygusu kalbî hayatın inkişafıyla mebsûten mütenasiptir; âlî ruhlarda aşar o her çerçeveyi ve gider ulaşır akrabü’l-mukarrabîn ufkuna. Onlar, isyan ederler “Ateş düştüğü yeri yakar!” bencilce mülahazalarına; “Nereye düşerse düşsün, o alev beni kavurur, püryan eder!”der, ellerinde insanî şefkat tulumbaları, “Yangın var!” âvâzeleriyle koşarlar alevleri söndürmeye…

Büyüklerde, onların da büyüklerinde bu his o kadar derin ve içtendir ki, kendilerini su-i âkıbet çağlayanlarına salmış olanları gördükçe ölür ölür dirilirler ve böyle bir şefkat feveranı ve heymânıyla görmez ve hissetmez olurlar kendilerini; olurlar da “Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.” (Bediüzzaman) der dururlar. İnsanlığın ebedî saadeti adına Miraç’tan geriye dönüşü hatırlatan nağmelerle hislerini dillendirir ve yananların yerinde olmayı düşünürler. Onların şefkat ve acıma hisleri, melekleri imrendirecek mahiyette ve ötelerden gelecek re’fet tayflarına çağrı yörüngelidir.

Evet, onlar zılliyet planında peygamberâne bir azimle, ellerinde acıma ateşlerini söndürecek farklı renk ve desendeki reçetelerle, gece-gündüz demeden kapı kapı dolaşır; en içten şefkat nağmeli iniltilerle, “Ben geldim!” der; uğradıkları her kapının tokmağına “Uyanın!”âh u vâhıyla dokunur ve uyarmayı bir sabâ sesi ve soluğuna emanet ederek ayrılırlar; hem de birkaç kere daha dönmek üzere. Usanmazlar gelip gitmekten, hakaretler görüp saygısızlıklara maruz kalmaktan; zira yürüdükleri yol, insanları Cehennem’den uzaklaştıran, Cennet ve daha ötesine yakınlaştıran peygamberler yoludur ve onlar yürüdükleri bu yolun gereklerinin farkındadırlar.

Bu Mustafeyne’l-Ahyâr’ın deyip ettiklerinin ilham kaynağı, Efendiler Efendisi, verâların soluğu-sesi Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın bu konudaki vicdan enginliğiydi. O, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı bir saatine mukabil gelmeyen Cennet debdebesini ve bir dakikasına mukabil gelmeyen “Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ” ufkunu muvakkat bir vedaya emanet ederek, şu mihnet yurduna, başkalarını da esfel-i sâfilîne sürüklenmekten kurtarıp a’lâ-i illiyyîne yönlendirmek için dönüyordu; kendine has o derin şefkat hissi ve Cehennem’e sürüklenenlere karşı acıma duygusuyla. Duyduklarını başkalarına da duyurmak, görüp ettiklerini herkese zevk ettirmek, gönül ve ruh deformasyonu yaşayan acınacak durumdaki tali’sizlere ziya ve nur armağan etmek için iniyordu aramıza…

O, bu ölçüde bir îsâr ruhu sergilerken, bir taraftan yükseklerden yüksek karakterinin ve misyonunun gereğini yerine getiriyor; diğer taraftan da insanları küfrün karanlık akıbetinden kurtarma ve imanın vadettiklerine ulaştırma rampasını gösteriyordu. Aslında bu menendi bulunmayan Zirve İnsan, ilhad ve dalâlet çirkâbı içinde bocalayıp duran ve insanlığını bütün bütün yitirmiş derbederleri gördükçe şefkat duygusu ve acıma hissiyle sürekli kıvranıp durmuş; kendine has o engin îsâr ruhuyla âh u vâh edip hemen herkesi o nurânî güzergâhına çağırmıştı. Bu sızlanış ve iniltiler mele-i a’lânın sakinlerini dahi rikkate getirmişti ki, Cenâb-ı Hak tarafından şu iltifat edalı tadillerle kendisine vazife çizgisini hatırlatma sadedinde “Şimdi onların Kur’an unvanlı bu söze inanmamalarından ötürü Sen neredeyse kendini yiyip bitireceksin.” (Kehfsûresi, 18/6) buyurularak, cayır cayır yanan sinesindeki ateşlere su serpiliyordu. Benzer tadil ve tavsiyelerin yanı sıra, Kur’an-ı Kerim’in tasrif çerçevesinde daha pek çok âyât-ı beyyinâtı, O’nun bu konudaki kamet-i bâlâsını vurgulama ve o güzergâhta yürüyenlere de bir temkin dersi mahiyetindeydi. O’nu anlamış, derslerini almış ve Cennet yolunda “pişdarlık” mülahazasıyla o semâvî sese ses katmışlardı. Evet, her konuda O’nu izleyen Hâle’ye müteveccih ruhlar da sürekli aynı re’fet ü şefkat tavrını sergilemiş, O’nun acıma nağmelerine nağmeler katarak sürekli sızlanmışlardı.

Onlardan sonra da ne bu iniltiler dinmiş ne de sinelerdeki acıma hissi sönmüştü. Düşe kalka yürüyenlere, ötelere ait nağmelerle yeni yeni besteler sunuluyor, mutlu gelecek beşaretleri veriliyor; küfür, küfran ve dalâlet akıntılarına kapılmış, mukadder ateşlere doğru sürüklenenlere karşı da “Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var!” çığlıklarıyla, herkes vukuu muhakkak böyle bir ateşi söndürmeye çağrılıyordu. Beşaretle ayrı bir acıma hissi seslendiriliyor, inzârla da Cehennem’e akışın önü alınmaya çalışılıyordu. Allah’a, Peygamber’e inanmışlardı; düşünüp yaptıkları şeyleri de ister acıma hissi, ister şefkat duygusu, ister gönül safveti, gerçek insan olmanın gereği görüyor ve beklentisiz yerine getiriyorlardı. Mazmun ve mantuk Allah’tan, güfte meyelândaki tasarrufa bağlı enbiya-i izâmdan, hususiyle de Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’dan (aleyhissalâtü vesselâm), beste Hâle’dekiler ve Hâle yörüngesinde gözleri mâverâ-i tabiatı temaşa ile mahmur Mustafeyne’l-Ahyâr’dan.

Bu kutsal koro, arz u semayı semâa kaldıracak mahiyette içten idi ve tesiri de güçlüydü. İsrafil sûru gibi nağmeleri duyanlar, idrak ufku seviyelerine göre kıpırdanmaya duruyor; devam ve temadi ile an geliyor gönüllerince ona ses katıyorlardı. Zamanla o, tın tın kulaklarda çınlayan bir ba’s-ü ba’de’l-mevt nağmesine dönüşüyordu. Bir an oluyordu ki bu şefkat duygusu ve acıma hissine, insanî değerler açısından her zaman durumu ve duyguları çok gerilerde olan yoldakiler de katılıyordu. Bir arının ölümü karşısında yarım saat acıma ve ağlamasıyla re’fet ü şefkat hissini ortaya koyan birinin, iç içe problemlerin, insanlık dünyasında değişik deformasyon fasit daireleri oluşturması karşısında ah u vah etmemesi de düşünülemezdi. Bu mülahazaları nazar-ı itibara alarak Kıtmîr de “Ben de acıyorum!” diyerek o kutsal senfoniye katılmak istedi; acınacaklara acıma destanları kesti ve düşe-kalka yürüyenlere tebâhları adına bir demet inilti sundu; sundu ve nurânî peygamberler güzergâhına rağmen ilhad bataklıklarında hedefsiz ve gaye-i hayalsiz yürüyenlere “Acıyorum!” dedi inledi.

“Bir kitabullah-ı azamdır serâser kâinat,

Hangi harfi yoklasan manası Allah çıkar.” (Recâîzâde)

Acıyorum, bu kitabı arka planıyla mütalaa etmeyen/edemeyen anadan doğma âmâlara.. acıyorum, şu fâni dünyanın sûrî güzelliklerine ve aldatan ihtişam ve debdebesine kapılıp ahireti ve ebedî hayatı öteleyenlere.. acıyorum, gelip geçici saltanat ve debdebe karşısında ebedî hayata karşı kör ve sağır yaşayanlara.. acıyorum, gecekondudan çıkıp villadan villaya koşan aşağılık duygusunun azat kabul etmez bendelerine.. acıyorum, bilerek şu fâni ve zâil dünya hayatını Cennet ve Cemâlullah yerine koyan akılzede divânelere.. acıyorum, üç-beş günlük dünya için makam, mansıp, para ve lüks hayat fantezisiyle seviye düşüklüğüne maruz kalmış, peylenebilen mük’ab gafillere.. acıyorum, çiğnenen ırzımıza ve doğranan namusumuza rağmen gülüp eğlenen ölü ruhlara ve bedbahtlara.. acıyorum, iç içe yıkılışlar ve tamiri imkansız çözülüşler karşısında sesini çıkarmayan dilsiz şeytanlara.. acıyorum, yiyip-içip yan gelip yatan, mesh-i mânevî maruzu, hâlinden habersiz tali’sizlere.. acıyorum, “Ahsen-i takvîm”e mazhariyetin bizden neler istediğinden bîhaber insan bozmalarına.. acıyorum, “Hak, adalet!..” deyip Harun gibi ortaya çıkmış Karuncuklara.. acıyorum, yalanın rayiç, hıyanetin mültezem, hakkın Allah’a emanet olduğu bir dönemde insanî değerleri partal eşya haline getirenlere.. acıyorum, yalanı, tezviri, iftirayı “savaş taktiği” deyip dinî argümanlara dayandıran münafıklara.. acıyorum, kahrolası bir takdir, kirli bir madalya uğruna yüzsuyu dökerek itibarını ayaklar altına alan Süfyan’dan kalma Horasanlı taylasanlılara.. acıyorum, üç beş kuruşluk bir menfaat için, birilerine muhalif gibi görünen gerçek mü’minlerin öldürülebileceğine fetva veren satılmış nâdânlara…

Küçük bir çıkar karşılığı rüşvete, gaspa “hediye”diyen kapkara ruhlara acıyorum.. “Varsın çalsınlar!” türünden zift beyanlarla çizgi kayması yaşayanlara acıyorum.. bir zamanlar takdirle göklere çıkardıklarını, üç-beş günlük bir dünyevî pâye elde etmek için yerin dibine batıran bukalemunlara acıyorum.. meşru, gayr-ı meşru elde ettiği imkân ve pâyeleri kaçıracağı endişesiyle yalana “doğru”, doğruya da “yalan” diyen hak-hakikat bilmez bednamlara acıyorum.. Haçlıların yapmadığı mezâlimi görmezlikten gelerek dünyaya tapan dünyaperestlere acıyorum.. kalemlerini başkalarını karalama istikametinde kullanan ve bu mesâvîye“harp stratejisi”diyen münafıklara acıyorum…

Olup biten bunca mezâlimi, hüsn-ü zan yanılgısı olarak kitlelere anlatamadığımdan dolayı kendime de acıyorum.. hep mırıldanıp durduğum, “Gönül her zaman arar durur bir yâr-ı sadık, / Bazen de sâdık dedikleri çıkar münafık!” hakikatini kulak ardı edip herkesi yâr sandığımdan dolayı kendime acıyorum.. farkına varamayıp beş-on ehl-i nifâkın imanına kandığımdan ötürü içimde derin derin acı hissediyorum ve sızlanıyorum.. “Hüsn-ü zan, adem-i itimat” denmişti; bu disipline uyamayıp hüsn-ü zanna yenik düştüğümden dolayı içten içe hayıflanıyor ve sinemde acılar hissediyorum…

“Maziye ve mesâibe kader açısından bakmak lazım.” deyip teselli olmaya çalışıyorum ama olup bitenlere karşı Kur’ânî çizgide bir tavır alamadığımdan dolayı da içim sızlıyor ve kendimi acınacak durumda hissediyorum.. çok erken dönemde dalga dalga mezâlim ve mesâvi şerareleri düşünce atmosferime çarptığı halde, Hakk’ın sıyanet seralarına sika ufku itibarıyla sığınamadığımdan ötürü levm ediyorum kendimi ve acılarla kıvranıyorum.

Keşke birilerinin “Hak, adalet!..” dedikleri eyyamda ve mü’mine saygı türküleriyle dört bir yanı velveleye verdiklerinde olanlar ve olacaklarla hâdiselerin Kerbelâ’ya doğru kaydığı vaktinde sezilebilseydi; masumlar şehit olmayacaktı, “Âb-ı Revân”da kan çağlayanına dönmeyecekti!.. Ama olan oldu; mezâlim ve mesâvî gidip “gayretullah”ufkuna ulaştı. Gayrı bundan sonra bize, sekine-temkin, tevekkül-teslim, tefviz ve sika serasına sığınarakاَلْخَيْرُ فِيمَا قَدَّرَهُ اللهُ “Hayır Allah’ın takdir buyurduğundadır.” deyip, şirazeden çıkmışlar hakkında Cenâb-ı Hak’tan ekstra lütuflar bekleme kalıyor ki, bu da gerçek bir mü’min tavrının lazım-ı gayr-ı müfârıkı olsa gerek…

 

 

Bu yazıyı paylaş