Sanal Âlemde Yaşamak Mümkün mü?

Yeryüzü ekranı, harikulade bir intizam içinde, mevcudat silsilesini yansıtıyor. Görüntüler, sesler, gündüzler, geceler ve hızla akıp giden zaman… Bir anda sayısız hayat karesi kayıt altına alınıyor. İnsanın iç âleminde olup bitenler, dışa yansıyan sözler, hâller ve davranışlarla birlikte tespit edilip gayb âlemine gönderiliyor.

Bu dünyada sanal bir şekilde yaşanan hayatlar var mıdır? İnsan hayatında bir menzil olan bu dünyada, sanal bir hayat yaşamak gerçekten mümkün müdür?

Her gün, her insan için farklı bir âlemin kapısı açılır ve insanlar aynı dünyada olmasına rağmen ruh ve kalb aynalarına yansıyan farklı âlemlerde yaşarlar. Aklın, duyguların, sezgilerin, hayallerin, tasavvurun ve vicdanın iç içe olduğu bu âlemde nice dünyalar vardır. Bu dünyalardan ne kadarı kayda değerdir ve insanî değerlerle bütünleşmiştir; ne kadarı keşke yaşanmasaydı dedirtecek cinstendir veya hiç yaşanmamış gibidir? Bazı hayatlar, faydalı bir şekilde, su gibi akıp giderken, bazıları da sönüp giden köpükler gibidir.[1]

Maddî âlem, İlahî İsimlerin cilvesi, cemali ve nakşıdır. Dünyanın Esma-i İlahîye ve ahirete bakan yüzleri güzeldir ve nuranîdir. Fâni yüzü ise ebedi hayata nispeten sanaldır, gölge gibidir.[2]

Gaflet, zan, bencillik, haset, saplantı, şirk, küfür, kibir ve benzeri hâller, aslında gerçeklikten uzak kalmaktır. Mesela gaflet; ilmin, aklın ve kalbin sunduğu gerçekleri görmeden yaşama hâlidir. Ön yargı, sadece kendi görüşünün doğru olduğu tezinden yola çıkarak hakikatten uzaklaşmaktır. Şirk, sonsuz manaların ifade edildiği yaratılışı, masivaya atfederek hakikatleri perdelemektir.

Yaşadığımız dünya gerçektir, ama her insanın hayata bakışında izafilikler vardır. Bu farklı nazarlar, hayatı olduğu gibi görmeyi engelleyen unsurlardır. Mesela, insanlar hayata şüphe ve kuruntu penceresinden bakınca, her şeyi olduğundan farklı görmeye başlarlar. Zamanla bir saplantı hâline gelen bu bakış, kişiyi sosyal hayattan koparır. Öyle ki bu seviyede sanallaşanlar, kendileri gibi düşünmeyen herkesi bir düşman olarak görebilirler. Kendi iç dünyalarındaki huzursuzluğu, başkalarında varmış gibi hayal edebilirler.

Bazı insanlar da bu dünyadaki suretler âleminde, seyrine doyum olmayan görüntülere takılırlar veya geçmişin güzel görüntüleriyle oyalanırlar. Kendi zamanlarını tam manasıyla yaşayamazlar. Hamasetle sadece bu görüntülere takılanlar, sanal bir âleme girmiş olurlar ve oradan çıkamazlar. Ancak o tarih aynasında görünen güzel insanların yolunda, düşünce ve aksiyonla ilerleyebilenler, gerçek âleme açılan koridoru bulabilirler.

İnsan, hayatın geçmiş ve gelecek koridorlarına bakarak ömrün çok uzun olduğu zannına kapılır. Dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, birbiri içine yansıyıp gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açar. Hakikat hayale karışır ve insan sanal bir dünyayı gerçek sanır.[3]

Anne çocuğunu çağırdığında, kum havuzundaki oyun henüz bitmemiştir. Elleri, ayakları toz toprak içinde ama gözleri oyunda, “Anne biraz daha” diyerek eve doğru yönelir veya annesinin onu kolundan tutup çekmesini bekler. Dünyanın fâni yüzü de hayal suyu ile doldurulmuş bir havuz gibidir. Bazen bir musibet, bazen de samimi bir söz ve davranış, insanın daldığı sanal âlemden çıkmasına vesile olur. Yani zandan, ön yargıdan, hasetten, bencillikten kurtulmasına yardım eder. Sanal âlemden çıkış, hakikatin aydınlık iklimine kadem basmaktır.

Dünya hayatı, insana sanal bir hayat adına verilmemiştir elbette. Hayatını boş geçiren, ebedî hayata yatırım yapmayan birçok insan, aslında yanlış yaptığını bilir, ama bu iptiladan kurtulmak çoğu zaman zor gelir.

İnsan “yalan dünya” olarak da tanımlanan fâni dünyanın sanal görüntüleriyle ömrünü heba edebilir. Kimileri geçmiş zaman vadilerinde avunurken kimileri de gelecek hayalleri arasında kaybolabilir. Hâlbuki dün elden çıkmıştır ve yarın henüz gelmemiştir. Mühim olan anın kıymetini bilmektir. Bu da en güzel şekilde, O’na (celle celâluhu) teveccüh ederek hayat karelerini değerlendirmekle olur.

Dipnotlar

[1]Bkz. Ra’d, 13/17.

[2]Bkz. Ankebut, 29/64.

[3]Bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevî-i Nûriye, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 164.

Bu yazıyı paylaş