Nur’un İhlasta Birinci Talebesi

İbrahim Hulusi Yahyagil ağabeyimiz, 1896 yılının Ramazan ayının birinci gününde, Elazığ’ın Kesrik köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Mehmed Hüsrev Yahyazade, Elazığ eşrafından alaylı bir zabittir. Annesi Nazife Hanım, Elazığ’a bağlı Perçenç (Akçakiraz) köyünden sâliha bir hanımefendidir.

Alaziz Askerî Rüştiyesinden sonra idadî (lise) tahsilinin iki senesini Erzincan’da, son senesini de İstanbul’da tamamlayıp Harbiye Mektebine kaydolur. Harbiye’de iken I. Dünya Savaşı patlar. 21 Ekim 1914’te 18 yaşında bir teğmen adayı olarak orduda yerini alır. Çanakkale’ye sevk edilir. 14 Temmuz 1915’te asteğmen olur. 26 Temmuz 1915’te savaşa katılır. 8 Ağustos 1915’te, düşmanın denizden ve karadan atılan top mermileriyle yaralanır. Ayrıca siperde iken kurşun mermisiyle sol yanağından vurulur. Sol koluna da kurşun isabet edince artık şuurunu kaybedecek gibi olur. Üstündeki yepyeni pantolonu kanlar içinde kalır. Hulusi Beyi, baygın halde, ölüler arasına bırakırlar. Birden kulağına gâibten bir ses gelir: “İmâmühâ, kitabühâ, yazaruhâ.” Âdeta şunu ifade eder: “Bu dünyada daha vazifen var. Çağın sözcüsü, asrın imamına talebe olacaksın. Onu yazacaksın ve yayacaksın!” Kendine gelir gelmez karşısında duran Fransız doktora, Fransızca olarak “Allah’ın izniyle ben ölmeyeceğim!” diye bağırır. Bunun üzerine ölülerin arasından alınıp tedaviye götürülür. Beş ay tedaviden sonra tekrar orduya, savaşa döner.

15 Haziran 1927’te savaş yüzünden yarıda kalmış Harbiye’deki tahsilini bitirir. 16 Ocak 1928’de Isparta Eğirdir Dağ Talimgâh Muallimliğine kıdemli yüzbaşı olarak tayin edilir. Orada Şeyh Mustafa adıyla meşhur ehl-i hâl bir kişi olan Hafız Mustafa ile tanışır. Camiden her çıktıklarında Hulusi Beye Barla’yı göstererek “Beyim, senin derdinin dermanı orada bulunan zattır” der. Üç ay sonra 19 Nisan 1929’da onunla beraber Üstad Hazretlerinin ziyaretine giderler. Zaten Nakşibendî Tarikatının Küfrevî koluna intisaplı olan Hulusi Bey, Üstad’a da tarikat yoluyla intisap etmek ister, ama daha ilk tanışmada, ayakta iken onun kolundan tutup “Kardeşim, ben şeyh değilim; ben İmam Gazalî, İmam Rabbanî gibi bir imamım!” der. Bu garip halden dolayı Hulusi Bey fevkalade bir tesir altında kalır ve “Bu ilk ziyaretimde, hakikatin mahiyetini idrak etmiş oldum” der.

Hulusi ağabey, Hz. Üstad ile az görüşen talebelerdendir. Sayılı görüşmeleri için şu değerlendirmeyi yapar: “O anda öyle bir hâl içine giriyordum ki tarif edemem. Üstad ile çok az görüştüğümüz halde o kadar lezzet aldım ki tarife sığmaz. İlk intibalarımı ömrüm oldukça anlatsam yine de bitiremem. Beni öyle bir çekti çevirdi ki başka hiçbir şeye meylimiz kalmadı. Neyi vardıysa bana söyledi. O Allah vergisidir. Bazısı senelerce gider, bazısı kısa zaman içinde görüşür, fevkalâde alır. Cenab-ı Hak bize nasip etti. Hayatımda ilk defa birine, ‘Üstad’ dedim, hata etmedim, isabet ettim.”

“Barla’da, Üstad Hazretleri cehri okunan namazlarda, bilhassa sabah namazlarında Kur’ân-ı Kerimin ‘Elhamdülillah’ ile başlayan surelerini okurdu. Kur’ân okuyuşu bambaşkaydı. Kur’ân’ın hakikatlerini duyarak ve yaşayarak okurdu. Kur’ân’ın İlahî sadası bütün ruhunu kaplardı. Onun okuyuşu hafız ve hocalara hiç benzemezdi. Tecvid-i maneviye ile, yani Kur’ân’ın mânâsına uygun olarak okurdu.”

Hulusi ağabey, bir mektubunda Üstad’a “Beni de Nur şakirtleri içinde Ashab-ı Kehf’in Kıtmir’i gibi kabul buyurun” der. Cevabî mektubunda Üstad ise, “İnşallah sen bu zamanda Ashab-ı Kehf’in birincilerindensin” der.

İlk görüşmeden sonra Üstad’ın “Uzaklığın alameti olan mektuplaşmak âdetim değil, fakat sen yaz!” demesini bir emir telakki eden Hulusi ağabeyin sorulu mektupları Mektubat’ın doğmasına vesile olur. Bu hususta şöyle der: “Bazı sualleri başkaları bana sorardı. Ben de Üstad Hazretlerine sorardım. Mesela, ‘Ceddidû imânekün bi lâ ilâhe illallah’ hadisini, Rüşdiye hocalarından Arapgirli İbrahim Efendi bana sormuştu. Ben de 1932’de Elaziz’den Barla’ya mektup yazarak Üstad’dan sormuştum.”

Şimdi Tunceli ilinin bulunduğu bölgenin eski adı olan Dersim’de bazı aşiret ağaları mal ve namuslarının tehlikede olduğunu ileri sürerek isyan etmişlerdi. 1935’lerde başlayan olaylar, hükümet tarafından çok kanlı bir şekilde bastırılır. Bazılarının hatasıyla yüzlerce masumun hayatına kıyılır, dehşetli zulümler işlenir. O sırada Sivas’ta komuta kursunda bulunan Hulusi ağabey, oradan Elazığ’a getirtilerek Tunceli’deki olayları bastırmaya memur edilir. Bu görevi almaktan büyük bir ıstırap duyan ağabeyimiz gelişen olayları şöyle anlatır: “1938’de bizi Dersim İsyanını bastırmaya memur etmişlerdi. İsyan dedikleri de bazı dağ köylerinin o yıl vergilerini vermemiş olmalarıydı. Bize verilen emir tek kelimeyle ‘imha’ idi. ‘Canlı bir şey bırakmayın. Genç ihtiyar, çocuk kadın demeden imha edin!’ deniyordu. “Ben kıta komutanıydım. En çetin ve zor vazifeyi bize verdiler; ‘Sen piyadesin, seni topla takviye etmek gerekir’ dediler. Âmirlerimiz ‘Bunları imha edin!’ diyordu. Hâlbuki ben o zamana kadar bütün cephelerde, silahlı düşmanla savaşmıştım. Bir asker, silahsız masum insanları nasıl öldürebilir? Bu yüzden müthiş bir hüzün ve ıstırap içindeydim. Çok üzüntülüydüm. Çünkü Çanakkale’de Fransız ve İngilizlerle, Kafkaslarda Ruslarla çarpıştık. Fakat bunlar kim? Çapulcu değil, muharip değil ki? Bunlarla yapacağımız muharebede iki taraf için ölüm tehlikesi var. Bir yara alıp ölürsek ne sayılacağız?

Kimseye hissini açmaya imkânım yok. Kimseye emniyet edip söyleyemiyorum. Babam rahmetli sağ, başka büyükler de oradaydılar. Merhum pederimle vedalaştım, kapımızın önünden geçen tabura yetişmek için atıma bindim gidiyordum. Müşkül bir vaziyetteydim. Fakat baktım ki bizim hizmet eri elinde bir zarfla bana doğru koşuyor. Üstad’ın Ürgüp Müftüsü olan kardeşi Abdülmecid Efendi vasıtası ile Üstad Kastamonu’dan bir mektup göndermiş. Zarfı açtığımda mavi bir kâğıt üzerinde şunların yazılı olduğunu gördüm.

‘Hulusî’nin bir gailesi var diye hissediyorum. Merak etmesin. Risale-i Nur; inayet ve rahmet, nezaret ve himaye eder. Dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, o musibetlere karşı sabır içinde şükürle, metanetle mukabele edilmek gerektir. Hem o hem sizler bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz.’

Bana dünyayı verselerdi, o kadar sevinç olamazdı. Bende öyle bir emniyet hâsıl oldu ki mektubu öptüm, başıma koydum ve koynumda sakladım. Kimseye bir şey söylemeden yola devam ettim. Verilen vazife gayet çetin ve kanlı bir hadise olma ihtimali vardı. Cenab-ı Hak öyle sıyanet edip korudu ki tereyağından kıl çeker gibi elimizi kana bulaştırmadan kurtardı. Evet, işte burada kalbimden geçirdiğim bir müşkülümü bana mektupla cevap veren bir Üstad’dır.”

Hulusi ağabey, isyan olan bölgeye doğru atını sürer, gider, dolaşır, bakar ki halk o bölgeyi terk edip dağlara çekilmiştir.

Bu hususta Rahmi Erdem Bey şöyle bir tespitte bulunuyor:

“Hulusi Bey’de, Üstad’dan mektup almadan önce mustarip ve münkesir bir vaziyet vardır. Kardeşin kardeşle öldürülmek ihtimali, onu teessüre sevk etmekte, çıkış yolları aramaktadır. Bir Osmanlı subayı olan Hulusi Bey, vazife mahalline gider. Onun imanî ve İslamî kimliğini duyan o havalinin ileri gelenleri silahlarını kullanmazlar. Hulusi Bey’in yanına gelip hürmetlerini arz ederler. Bu suretle o da kimsenin burnu kanamadan vazifesini yapıp döner.”

Hulusi ağabey, Üstad’la tanışmadan önce Nakşî Şeyh Muhammed Küfrevî Hazretlerinin halifelerinden Cizreli Zeynel Abidin Hazretlerine intisap etmişti. Aynı zâta bağlı olan Erzurum’un Pasinler kazasındaki Alvarlı Muhammed Lütfi Efendiyle de tanışırlar, mektuplaşırlar. Hulusi ağabeyin Üstad’ı tanıyıp bağlandığını duyunca bundan çok memnun olur. Hatta 1946’da Hulusi ağabey Kars’taki Birliğine giderken, tren Erzurum’un Alvarlı köyü yakınlarından geçerken tekkesinde müntesipleriyle oturmakta olan Alvarlı Muhammed Lütfi (Efe) Hazretleri, “Asrın Müceddidi’nin büyük talebesi geçiyor!” deyip birden ayağa kalkar ve trenin geçtiği tarafa dönerek tazimde bulunur.

21 Mart 1947 tarihinde, iftiraya uğrayıp hapse düşen oğlu Naci Bey’e yazdığı mektupta şöyle demektedir: “Cebaneti bırak, cesur ol! Üzüntüyü terk et, sabȗr ol! Bela vereni bil, mütevekkil ol! Dua ve niyaz ile rahmet-i İlâhiyenin kapısını çal! Korkulardan emin ol! Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) makamı olan bugünkü hayatın seni müteessir etmesin. Hz. Yusuf’un ruhuna her gün bir Fatiha, üç İhlas oku. O mahpusların piri Peygamberin huzurunu bulup sakin ol.”

Hulusi ağabeyimiz, “Nur’un İhlaslı Talebesi” olduğu için ders ve sohbetlerinde de en çok ihlas üzerinde dururdu: “Nur talebelerine birinci derecede lâzım olan risale, İhlas Risalesidir. Onu anlayıp tatbik etmek lâzım. İhlas Risalesi çok hazineleri açacak anahtar hükmündedir. Risale-i Nur’dan feyiz almak, ona ihlasta teveccüh etmekle olur.”

“İhlas Risalesi esastır, diğer risaleler, İhlas Risalesinin mütemmimi hükmündedir” der.

Bir gün etrafındakilere ihlastan bahsederken, “Belki siz dersiniz ki: ‘Sen ihlas delilisin!’ Ne derseniz deyin. İhlas, Risale-i Nur talebelerinden ayrı mütalaa edilemez. İnsan elbiselerini çıkarınca ne vaziyete girerse, ihlastan soyununca da aynı vaziyete girer.”

“Mübarek Üstadımız, hepimizin bildiği gibi, en az 15 günde bir defa okumamız lâzım gelen Yirmi Birinci Lem’a-i İhlas ile ihlas kuvvetine dayanmamızı tavsiye eder ve ihlası kazanmak ve muhafaza etmek için düsturlar koymuştur. Siyasî kanaatlerin tahribatından korunmak için de “Uhuvvet” adlı dersini vermiştir. Bu iki eser bizleri muhtemel felâket ve manevî mesuliyetten kurtarmaya kâfidir. Birbirimize karşı kusurlarımızı affedip hizmetin zararına sebep olacak düşüncelere yer vermeyelim. Çünkü her vesileyle Kur’ân’ın hâdimlerine tecavüzden geri kalmıyorlar. Bunların çirkin emellerinin tahakkukuna imkân vermekle çok büyük vebale ve günaha girmiş oluruz.”

Hulusi ağabey, Hüve Nüktesi ile ilgili, şu tespiti yapıyor: “Hüve Nüktesi’nin neşri, bilhassa imansız kitleyi öyle perişan etmiştir ki hem Üstad’a hem eserlere karşı kahredici bir hücuma yeltenmelerine sebep oldu. Çünkü senelerce, imanı tahrip etmek çabaları boşa gitmiş. Onlar imanı yok ettiklerini ve hedeflerine vasıl olduklarını zannederken, böyle bir eserin neşredilmesi, hayallerini alt üst etmiştir. Çünkü burada hava zerreleri içindeki o muhteşem tecelliyi sebeplerle izah etmek mümkün değil. Havadaki zerrelerin üç konumda, hem sesi alması, hem muhafaza etmesi ve hem de en uzak hava zerresine ulaştırması, muhteşem bir tevhit tecellisidir. Onları bütün bütün çıldırtan bu oldu. Çünkü bu izah; Allah’ı, hava zerreleri adedince ispat ediyor. Şirk yollarında gösterdikleri emeklerinin boşa gittiğini anlıyorlar. Kur’ân ve iman nurunu söndürmeye muvaffak olamadılar. Hüve Nüktesi çok harikadır.”

Nur’un Birinci Talebesi Hulusi Yahyagil isimli eserin sahibi İhsan Atasoy, Hulusi ağabeyimizin vefatı ile ilgili tevafukun hikmetini şöyle ifade ediyor: “Hulusi ağabeyin ‘Şehitlik nimetiyle müşerref olamadık!’ diye bir hasret içinde olduğunu herkes bilir. Çanakkale’de yaralanıp büyük ihtimalle şehit olarak vefat mukadderken, bunun gazilikle değiştirildiği an, 26 Temmuz Kadir Gecesidir. İlginçtir ki yetmiş sene sonra vefat ettiği tarih de bir 26 Temmuz Kadir Gecesidir. Sanki Cenab-ı Hak ona bu tevafukun lisan-ı remzi ile diyor ki: “Evet seni yetmiş yıl önce o melhame-i kübrada, o ölüm-kalım savaşında şehit olarak huzuruma alacaktım. Fakat gelecekte o âhir zaman imamının yazacağı Risale-i Nur’a, iman ve Kur’ân’a yapacağın müstakbel hizmeti, atâ kanunum gereğince, makbul ve peşin bir sadaka olarak kabul ediyor ve bu yüzden senin ecelini bir başka 26 Temmuz’a tehir ediyorum. Seni maddî cihat meydanının bir gazisi, ama âhir zamanda ondan daha çok şerefli olan manevî cihat meydanının talebe-i ulum şerefiyle serfiraz bir şehid-i manevisi olarak Huzuruma alıyorum.”

Hulusi ağabeyimizi tanımak, sohbetlerini dinlemek ve 1986’da cenazesine iştirak etmek benim için de bir mazhariyettir. Cenab-ı Hak, bizleri de şefaatine nâil eylesin. Âmin…

 

 

 

Bu yazıyı paylaş