Zulme, işkenceye, soykırıma ve her türlü haksızlığa uğrayan Müslümanlar bunları yapan gözü dönmüş zalimleri yine de affetmeli midirler?
Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, geçmiş devirlerde halkına zulmeden bütün kuvvet ve servet sahipleri için onların ibretlik sonlarını anlatan örneklerle doludur. İslam tarihinin başlangıcında olduğu gibi her döneminde Müslümanlar dünya genelinde, zulüm, şiddet, işkence ve baskılarla karşı karşıya kalmışlar, ölümler, elem, ızdırap, acı, gözyaşı içinde hicretler yaşamışlardır. Efendimiz bu çekilen eza ve cefaları Müslümanların evlerinden ve yurtlarından çıkarılışını, mallarına, mülklerine el koymaları, Müslümanlar için gariplik olarak nitelendirmiş ve bu garipliğin sadece kendi dönemlerinde değil, daha sonraki zamanlarda da tekrarlanacağına işaret ederek bu garipleri müjdelemiştir.
Uhud Savaşı’nın akabinde nazil olan şu ayetler bu gerçeği bize deşifre etmektedir: “Şayet sizin başınıza bir bela geldi de siz bir yara aldıysanız, karşınızdaki düşman topluluğu da benzeri bir yara aldı. İşte Biz, zafer günlerini insanlar arasında döndürür dururuz ki bu; Allah’ın gerçek müminleri seçip ayırması ve aranızdan bu hakikate hayatları ile şahitlik yapacak şehitler edinmesi içindir.” (Al-i İmran 3/140). Hizmet Hareketi mensupları kendilerine yapılan zulme rağmen, intikam duygularını bir kenara bırakıp kendilerine yapılanları affetmelidir, çünkü Allah bunu emrediyor. Peygamber Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) af ve müsamaha yolunu gösteriyor, Üstad ve Hocaefendi de Kur’an ve sünnete ittibaen bunu talep ediyor ve bütün hak ve ulvi davalar sabırla, afla, merhametle mukabele etmeyi gerektiriyor.
Evvela, Kuran-ı Kerim bize zulüm altında inleyen müminin; ilk yapması gerekenin dua olduğunu öğretiyor. Hz. Musa (aleyhisselâm) kendisinin öldürülme planları yapıldığını öğrenince Mısır’dan gizlice kaçmıştır ve Yüce Rabbine şöyle dua etmiştir: “Ey Rabbim! Beni zalimler güruhundan kurtar.” (Kasas 28/21). Allah (celle celâluhu) duasını kabul etmiş ve onu korumuştur. Ayrıca, Yusuf (aleyhisselâm) kardeşlerinin yaptığı onca zulme rağmen kardeşlerini merhametle bağışlamıştır. Kur’an bunu şöyle ifade ediyor: “‘Bugün size karşı sorgulama, kınama yoktur. Sizi Allah bağışlasın.” (Yusuf 12/92).
Efendimiz inananların kaderinde bunun olduğunu pek çok hadis-i şerifte bize bildiriyor:
“İslam garip başladı, başladığı gibi (bu gariplik tekrar) dönecektir. Ne mutlu o gariplere!” (Sahihu’l-Müslim 232, 251 Sunenu İbn-i Mace II, 1319-3987, 3988).
“Öyle bir zaman gelecek ki; doğru söyleyenler yalanlanacak, yalancılar ise doğrulanacak. Güvenilir kimseler hain sayılacak, hainlere güvenilecek. İnsanlardan şahidlik etmeleri istenmediği halde şahidlik edecekler, yemin etmeleri istenmediği halde yemin edecekler” (Taberani).
Ayrıca, rabbimiz kin gütmememizi emrediyor: “Onlar, Öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını bağışlarlar. Allah (c.c); muhsin olanları sever.” (Âl-i İmran 3/134) Pek çok ayetten ve hadislerden de anlaşılacağı üzere, Rabbin rızasına uygun işler yaparak, sabredip hicret etmek büyük ecirler kazanacaktır. “Ey iman eden kullarım, Rabbinizden sakının. Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik vardır. Allah’ın arzı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenir.” (Zumer 39/10).
İkinci olarak, üstadımız ve başımızdaki büyüğümüz bize merhamet ve affetmeyi öğütlüyor: “Mademki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.” (Emirdağ Lahikası, 317).
Hocaefendi affetmezsek, kin ve nefretin gelecek nesillere de miras kalacağını haber veriyor: “Toplum çok kamplaştırıldı, birbirinden koparıldı. Günümüzde öyle ayrışmalar oldu ki -hafizanallah- eğer bir taraf bir yerde durmazsa, mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimanesiyle hareket ederse, yani affa yanaşmazsa ve tokada tokatla, çirkin lafa çirkin lafla mukabelede bulunursa, toplumda kâbil-i iltiyam olmayan yaralanmalara, parçalanmalara sebebiyet verilmiş olur. Arkadan gelen nesillere de kin ve nefret miras bırakılmış olur.” (471. Nağme, Affetmeye Hazır Olun!).
Hocaefendi, Rabbimiz tarafından affedilmenin yolunun affetmekten geçtiğini haber veriyor. “Herkes kendi kusurunun affedilmesini ister; hatalarının hoş görülmesini ve günahlarının yarlıganmasını arzu eder. Bekler ki, kendisine nazar-ı müsamaha ile bakılsın.. diler ki kusurları görülmesin ve ümit eder ki, ona da “Hadi geç, sen de affedildin” denilsin. Öyleyse, böyle bir af ve müsamaha bekleyen insanın aynı muameleyi başkaları için de düşünmesi gerekmez mi?” (Kırık Testi, Affet ki affedilesin).
Ulvi bir davaya inananların; davalarının yüceliğini göstermek için affetmeleri gerekir. Her şeyden önce, merhamet duygusuna sahip olan şahıs tarihin ve insanlığın huzurunda hatırlanacak yüce makamlara çıkacaktır. Koca bir Çin medeniyetini meydana getirenler ve bu önemli mirası bırakan bilge filozof Lau Tzu, “Sadelik, sabır, merhamet. Bu üç özellik en büyük hazinendir. Kendine karşı merhametli olman dünyadaki tüm varlıklarla uzlaşmanı sağlar” diyor. (Kerem Çalışkan, Erdem Rehberi, Remzi Kitabevi, s. 17–19).
Bu kadar kötülüğe ve kötü insana rağmen, iyiliğin ayakta kalmasını sağlamak gerekmektedir. Tarihin tanıdığı en önemli şahsiyetlerden olan Mahatma Gandhi her gün, “Eğer insanlar bana zarar verirse bana affetme ve merhamet etme gücünü ver Tanrım!’ diye dua ediyordu. (Ömer Faruk Reca, Gandhi ve Direniş, Tutku Yayınevi, s. 25–27).
İntikam duygusu kimseye bir şey kazandırmayacağı gibi nefreti de körüklemektedir. Avrupa’nın ortasında soy kırımına uğrayan bir toplumun lideri olan Aliya İzzetbegoviç halkına şunları öğütlemişti: ”Hiç kimse intikam peşinde koşmamalı, sadece adaleti aramalıdır. Çünkü intikam sonu olmayan kötülüklerin de kapısını açar. Geçmişi unutmayın ama onunla da yaşamayın. Nefrete nefretle cevap vermeyin. Bosna için nefret çıkmaz sokaktır” (Aliya İzzetbegoviç, Özgürlüğe Kaçışım).
Yakınlarından bazılarını, hele bütün ailesini kaybedenler için affetmek çok zor bir durumdur. Onlardan bunu istemek onların yarasına tuz basmak gibidir. Bu hassas nokta yazının amacının dışındadır. Amaç kimseden hak feragatinde bulunmasını istemek de değildir. Hukuk istemek ve intikam peşinde koşmak af ve merhamet talebi ile birbirine karıştırılmamalıdır. Elbette hukuki mağduriyetlerin hukuk yolu ile tazmin yoluna gidilmeli ve ceza sistemi işletilmelidir. Israrla af ve merhamet talebini, hukuki yollarla aranacak haklardan vazgeçme gibi düşünmemelidir. Zira böyle düşünmek mazluma karşı merhametsizliktir. Hocaefendi bu konuyu da şöyle izah ediyor. “Eli kanlı, yüzü kanlı; gönlü kanlı, gözü kanlı; hâsılı, hem deli hem de kanlıya merhamet, bütün mağdurlara, bütün mazlumlara karşı en korkunç bir merhametsizliktir” (Sızıntı, Kasım 1980, Cilt 2, Sayı 22). “Sükûtumuz, üslûbumuza emanet.. misliyle mukabele, bizim kitabımızda zalimce bir kaide… Allah, ısırmak için bir diş, parçalamak için de vahşî bir pençe vermemiş, elimizden bir şey gelmez ki! Ayrıca, herkes kendi karakterinin gereğini sergiler. Allah’a ait hukuka karışamam, ama bana ait hiçbir haktan dolayı kimseden davacı olmayacağıma söz veriyorum.” (Gel Gönüllerimizle Konuşalım Demiştik, Sızıntı, Ekim 1999, Cilt 21, Sayı 249).
Her mazlum ve hak sahibi affetme hususunda serbesttir. Af ve merhamet çağrıları; hak ve hukukun dışındaki, dostlardan gelen eza ve cefalardır. Bu konuyu Aliya İzzetbegoviç şöyle ifade ediyor: “Her şey bittiğinde, hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır. Büyük zulme uğradınız. Zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır.”
Meselenin bir diğer yönü ise; Efendimiz, peygamber olmasına rağmen, tüm ailesinin değil, sadece Hz. Hamza’nın şehadetinden dolayı Hz. Vahşi’ye söyledikleri; insan olmanın gereğidir. Efendimiz buyurdu ki: “Kardeşinizi çağırınız!” “Kardeş” sözünü işitince, saygı ile çağırdılar. Efendimiz Vahşî’ye, affolunduğunu müjdeleyerek şöyle buyurdu: “Seni görünce dayanamıyorum, elimde olmadan üzülüyorum.” Hz. Vahşi (radıyallâhu anh), Resulullah’ı (aleyhissalâtü vesselâm) üzmemek için bir daha yanına gelmedi. Mahcup, başı önünde yaşadı. Bazı insanlar dediler ki: “Yâ Resûlallah! Biz de Vahşî’nin yaptığı gibi yapmıştık. Aynı şartlar bizim için de geçerli mi?” Fahr-i Kâinat, “Bu şartlar bütün Müslümanlar için geçerlidir” buyurdular. (Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, 11/197). İnsani duyguların önüne kimse geçemez, fakat İslam kendinden önceki her şeyi temizler.
Günahlarımızın bağışlanmasının başkalarını affetmekle alakası vardır. En önemlisi de sosyal barışı sağlamanın; gelecek nesillere nefret ve intikam bırakmamanın yolu affetmekten geçmektedir. Herkes Allah’a hesap vereceği için; kimse kimseyi başkası adına affedemez. İnsanlara her türlü kötülüğü yapan kimseleri tevbe etmeden Allah adına affetmek, kimsenin haddi de vazifesi de değildir. Zulme ve işkenceye maruz kalmış ve her türlü haksızlığa uğramış kişiler bu dünyada da Mahkeme-i Kübra’da da haklarını talep etme, hakkından vazgeçmeme, helâl etmeme ve bağışlamama hakkına sahiptir.
Üstadımız bizlere nasihati: “Eğer hasmını mağlub etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zahiren mağlub bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder; sana dost olur.” (Uhuvvet Risalesi).