Gelin ilk hicretimizi nereye yaptığımızı ve ilk sözü kime verdiğimizi biraz düşünelim. Ana vatandan ne zaman ayrılmıştık acaba? Oradan ayrılırken kimlere ne sözler vermiştik? Hafızamızı biraz zorlayalım birlikte.
İlk hicretimiz; Anadolu’dan, ana-babadan, yurttan-yuvadan, bağdan-bahçeden, evlad ü ıyalden ayrılışımızdır herhalde. Kim bilir ne sözler vermişizdir Rabbimize: “Hicret sadece bedenimizi bir diyardan başka bir diyara taşımak değildir. Ruhumuzla da o muhteşem atmosferde yol almamız gerekir. Günahlara, karalamalara, çekiştirmelere girmeden; bizlere yapılan haksızlıkların güft ü gûsunu etme seviyesizliğine düşmeden, gerçek hicret ufkunda yaşamaya söz veriyoruz.”
Öyle insanlar vardır ki çıkamaz, gidemez bir yerlere; taş duvarlar, demir parmaklıklar, yasaklar vardır maddi hicretinin önünde engel olarak. Böyle insanlar Rableriyle öyle bir irtibata geçerler ki hicret ufkunun zirvelerini zorlarlar. Kimi zaman Mekke’de Ka’be’yle buluşur, kimi zaman Medine’nin sokaklarında yürüyüp Efendimizin köyünde soluklanırlar. Kimi zaman da sular ve kıtalar ötesine ulaşır da, sohbet-i cananın sıcak kucağında bulurlar kendilerini. Bunun yanında; ana vatandan sadece bedenimizi başka diyarlara sürükleyip “hicretten nasibini alamama” talihsizliğine yakayı kaptıranlardan olma riskimiz de vardır. Gittiğimiz diyarlarda; atf-ı cürmümüzle, su-i zanlarımızla kazanma kuşağında kaybetme savrulmasına kapılabiliriz. Değişik dönemlerde bizlere yapılan haksızlık ve yanlışları çekiştirmekle günah harmanlarında toza-dumana bulanarak yaşamaktan daha öteye gidemeyiz.
Sahi bizler ilk sözü kime vermiştik? Ve ilk hicreti ne zaman, nereden nereye yapmıştık? Mekke’den Medine’ye mi veya ana rahminden Dünya’ya mı? Sanki çok daha ötelerden; Bezm-i Elest’ten varlık âlemine olmalı… Ne dersiniz, ruhlar âleminde Rabbimize verdiğimiz bir ilk söz olmasın? O (Celle celalühü) “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti de bizler de kıyamete kadar arkasında duracağımız “Evet, Rabbimizsin” sözünü vermemiş miydik?
İlk sözün ve ilk hicretin arkasında vefa ile duracaksak; manevi gıybet taşlarıyla insanları recmetmekten ne zaman vaz geçeceğiz? Bu “vefa vaadimizi” ifade eden manzum hikâyemizle muhasebe serimize devam edelim:
İlk Taşı Atmak
Mesih nebi bir gün yolda yürüyordu
Rabbi ona ne ilhamlar sunuyordu
İleride bir güruh pek de öfkeli
Ağaca bağlı adam çaresiz belli
Durun! dedi o hassas ferasetiyle
Herkes durdu, Peygamberin sesiyle
Belli ki bu zatı recmedeceksiniz
Taşlar elinizde bir an bekleyiniz
Atsın ilk taşı, olmayan hiç günahı
Bil ki ey insan tutar mazlumun ahı
Taşlar ellerde öylece beklediler
Nefislerine sorular, eklediler
Değildi kolay “ilk taşı” atmak öyle
Eller havada, asılı kaldı böyle
Bir bir taşlar yere döküldü ardından
İnsanlar önüne baktı utancından
Pek mühim bil ki hikmet avcısı olmak
İbretlik hadiselerden dersler almak
Hak dostu der gıybet manen taşlamaktır
Hem kul hakkı hem de şedit bir günahtır
Ölü kardeşin etini yemek gibi
Bir mana âleminde recmetmek gibi
Gıybet edeceksen eğer bir mecliste
Önce bak kendine aheste aheste
Hayatın bir film şeridi gibi geçsin
Bir sen, ah ey nefis bir de Rabbin bilsin
İlk taşı atma liyakati, sor kimde
Başkasının suçu nerde, sen nerede…
İlk hicret ve ilk söz; vefa adına, gıybetten uzak durmayı ve rıza çizgisinde yaşamayı bizlere icbar eder. Rabbimiz; hakiki hicret ufkunda verilen sözleri tutmamızı lütfeylesin…