İnsanlık hiç susamamıştı bu kadar O mühür sahibinin âb-ı hayatına
Nasıl çatlamasın toprak, bekleşirken gökten hakikat damlalarını bağrına
Sineler yanmış bir kere sahrâda, serinletir ayağı kızgın kum taneleri
Asırlardır süregelen bu hicran ve hasretin, rû-yi zemindeki son demleri
Neşv-ü nemâ bulur birden küçük hurma ağacı, yağarken semâdan sonsuz bir nûr
Lâl olan kâinat hazır Efendisine, kemâli edeple davette bulunur
Islanır çöl ve insanlık, “Ümmetî” gözyaşlarıyla o en sevgili Misafirin
Gar-ı yâr olmaya namzet sanki her şey, yaldızlı sabahında karanlık gecenin
Itrînin bestesiyle soluklarken güzel ismini hep dört bir yanında cihânın
Nâm-ı celîlin şehbal açar yeniden, verâsında tam on beş asırlık zamanın
İkinci bir dirilişin muştusu, süzülegelen ervâha saadet asrından
Fâsit bir daireden kaçış hem, isyan; sensizlik ikliminin boğulan sadrından
Tüten meş’alesi dîn-i İslâmın: “Genç adam,” ardından yığılan bir yığın derdin
İliklerinde vicdanlarında senin hayalin, sen onlara “kardeşlerim” derdin
Hani Uhud’da ashâbınla birlikte ziyaret ediyor idin ya şühedâyı
Ansızın irkildi ashâb ve taaccüp, işitince âlem-i gayba bu sadâyı
Rikkatine dokunmuştu güzide topluluğun bu iltifat ve merakla “Ya biz?”
“Tıpkı gökteki yıldızlar gibisiniz, kalplere hidayet kaynağı, nûrefşan iz”
Ah Efendim, bekliyoruz Seni her an gelecekmişsin gibi aramıza, hâşâ!
Ben gelirim dedin adım anılınca, şimdi ne diye bu yeis, azminle yaşa!
Lerzeye gelsin yer ve gök, bu inilti kimin desin melekler, kimin ümmetinin
“Olmasaydın yaratmazdım eflâkı” sözünün muhâtabı, bir Yâver-i Ekremin
Sonsuzluk yamaçlarında derilen demetin, en müstesna çiçeğisin, bilirim
Ufkuna yürüyünce ruhlar, kovma kapından n’olur, Seni en vefâlı bilirim…