Geçen sabâh idi Eyyûb’a doğru çıkmıştım.
Aşıp da sûrunu şehrin atınca birkaç adım,
Ufuk değişti, önümden çekildi eski cihan;
Göründü karşıda füshat-serâ-yı kabristan.
Fakat o bir koca deryâ-yı sermediyyet idi,
Ki her haziyre-i sengîni mevc-i müncemidi!
Kenarda durmayarak girdim en derin yerine,
Oturdum arkamı verdim de taşların birine.
Ridâ-yı samte bürünmüş bütün yesâr ü yemîn,
Huzûr içinde ağaçlar, sükûn içinde zemîn.
Bütün o yükselen emvâc, o bî-nihâye deniz,
Derin bir uykuya dalmıştı, her taraf sessiz.
Yavaş yavaş açılıp perde-i likà-yı muhit;
Harîm-i rûhumu doldurdu kibriyâ-yı muhit.[i]
…
—————————————————-
füshat-serâ-yı kabristan: Göz alıcı genişliğiyle mezarlık.
deryâ-yı sermediyyet: Sonsuzluk denizi.
haziyre-i sengîn: Taşlarla yapılmış mezarlık.
mevc-i müncemid: Donmuş dalga.
ridâ-yı samt: Sessizlik örtüsü.
yesâr ü yemîn: Sağ ve sol.
emvâc: Dalgalar.
bî-nihâye: Sonsuz.
perde-i likà-yı muhit: O çevrede kavuşmaya mani olan perde.
harîm-i rûhum: Ruhumun harem dairesi.
kibriyâ-yı muhit: Kuşatıcı azamet.
[i] Safahat, İstanbul: Sütun Yayınları, 2007, s. 38–39.