Gurbet, anıldığında boğazıma düğümlenen yumruk demek, sonra da gözlerimden gayri ihtiyarî dökülen yaşlar… Geride bıraktığım gözü yaşlı, ana babamı bir daha ne zaman görürüm, görebilir miyim demek. “Gitmesen olur mu?” diyen kardeşime yalvarırcasına bakarak “Yapma ne olur daha da zorlaştırma!” deyip bütün kelimeleri zihnime gömüp gözyaşlarımı ve sessiz çığlıklarımı içime atıp çekip gitmek demek.
Sonra, sonra gözlerim dalar uzaklara, Medine’ye giderim hayalimde… Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelir aklıma; kim bilir kaç gece heceledi bu kelimeyi, kaç defa uzun uzun, özlemle hasretle baktı Mekke’ye… Biz Seni hiç anlayamamışız, kelimelerde kalmış hüznümüz, hep dem vurmuşuz ayrılıklardan. Yüreğimiz sızlamamış, dudaklarımız titrememiş Seni ve yaşadıklarını anlatırken, ama bugün kıyısından köşesinden de olsa sürgün edilmek neymiş, çok sevdiğin memleketinden kopmak, canlardan, cananlardan ayrılmak neymiş öğrendik. Sana sığınak olan Sevr gibi nice beldeleri, nice ülkeleri bizler de sığınak edindik. Kolay değilmiş, bugün biz de öyle garibiz ki yeni beldelerimiz de bizim Medine’miz olur mu? Senin sevdiğin gibi biz de sever miyiz?
Ah Efendim! Seni anlayamamışız. Bugün biz de hasretiz öz vatanımıza; kimimiz de öz vatanında gurbette, kilitli kapılar ardında. Hem yakın hem uzak. Ne kadar zordur yakınlık içinde uzağı yaşamak, kısa mesafelerde sürgün olmak.
Ah Efendim! Ne kutluydu senin gurbetin. Ayrılığın bitiş değil, başlangıçların ta kendisiydi. Kutlu yolculuğun, güle meftun bülbüllerin, emsalsiz yıldızların var olmasının vesilesiydi. Gurbetin kurak çölleri bahara çevirme coşkusu, Allah’a kurbetin diğer adıydı. Bizler de soluklarız gurbetin havasını iliklerimize kadar; bize de gurbet kurbet olur mu?