Yaz tatili vakti gelmiş, senelik iznimizi kullanmak için her yaz olduğu gibi çocuklarla beraber memleketin yolunu tutmuştuk. Üç çocukla yorucu bir yolculuktan sonra memlekete ulaştık. Akraba ziyaretleri, bağ bahçe gezmeleri ve deniz demekti memleket… Bir gün bir akrabamız deniz kenarına akşam yemeğine davet etti. Heyecanla davete icabet ettik. Çocuklar kumda, denizde oynayacak, biz de ziyaretimizi yapacak, hasret giderecektik. Deniz havası da ruhumuzu dinlendirecekti.
Kumların üzerine soframızı kurduk. Sofrada bizimle birlikte zeki, okul derecesini kimseye kaptırmayan üç liseli kız da vardı misafir olarak. Sordukları sorular beni mest ediyordu. Günlük hayatlarını merak edip sordum. Evlerinin hemen yanındaki bahçede uzun seralar vardı. Yörenin meşhur sebzeleri yetiştirilen bu seralarda ailelerine yardım için çalışıyorlardı. Evleri de bahçe içinde baraka gibi bir evdi. Ayaklarında naylon ayakkabıyla seradan çıkıp okula giden, hem okuyan hem de ailesine yardım eden bu çalışkan çocukların hallerinden çok etkilendim. Bir tarafta kendine ait odası, masası olan, ama ders çalışmayan çocuklar, bir tarafta barakada yaşayıp okumak için kitap bulamayan gençler. O zamanlar internet, cep telefonu yoktu. Bazı evlerde telefon vardı sadece. Mesela kayınvalidemin evinde telefon yoktu; aynı avluda yaşayan halanın evinde telefon vardı, onun aracılığıyla iletişime geçiyorduk. Enişte bey belediyede çalıştığı için onların da telefonu vardı.
Liseli kızlar bizim çocuklarla denizde taş sektirme oyunu oynamak için yanımızdan uzaklaşınca bizi davet eden akrabam, “Size bir şey söylemek istiyorum.” dedi. “Buyurun” dedim. “Bu kızlar fakir, ama zeki çocuklar. Bugün bunlarla tanışmanızı istedim; içimde bir ümit var. Siz İstanbul’da yaşıyorsunuz, çevreniz var. Orada güzel okullar var. Bu çocukları size versek götürüp okutur musunuz?”
Bu konuda destek olmalıydım, ama nasıl?
“Dönünce arkadaşlarımla bir görüşeyim, imkân bulunca telefon açarım; yapmanız gerekenleri size bildiririm. Siz de dosyalarını hazırlar, çocukları otobüse bindirirsiniz, biz garajda onları karşılarız.” dedim. İçim içime sığmıyordu. Bu üç elması nasıl muhafaza edebilirdim?
Tatil bitti, İstanbul’a dönüyoruz. Otobüsün penceresinden dışarıya bakıyorum, ama gözlerim manzaraları görmüyor. Hep İstanbul’daki arkadaşları düşünüyor, hayalimde onlarla konuşuyordum. Değişik mekânlarda sohbet yapma imkânım vardı. Ev hanımları ve üniversiteli kızlar için sohbetlerimiz oluyordu.
Yine bir sohbete giderken her adımda, “Bu kızların elinden tutacak bir el Allah’ım!” deyip dua ediyordum. Dinleyenler arasında farklı yaş grubundan insanlar vardı. Farklılıkların oluşturduğu renkli bir mozaik… Herkesin el ele, gönül gönüle olduğu bir grup insan…
Sohbet boyunca bir taraftan konuyu anlatıyor, bir taraftan da gözlerimle o manevî anneyi arıyordum. Sohbetin sonunda duayı yaparken o ismi buldum. Şerife abla Konyalıdır, ben ona “Konyalı” derdim. Ona “Ablacığım biraz bekler misin, seninle konuşmak istiyorum.” dedim. Herkes gidince yanına yaklaştım ve konuya girdim. “Üç kız evladı vermek istiyorum sana, onlara ana arıyorum, bu çocukları okutur musun?” deyince gözleri parladı. “ Tabiî ki hocam, niye olmasın.” dedi.
“Ablacığım, sen çocukları tanımayacaksın, onlar da seni tanımayacak, her ay bursu onlara vereceğim, deftere imza attıracağım, onların ihtiyacı olan her şeyi alacağım, masrafını sen ödeyeceksin, olur mu?” deyince, “Ben size güveniyorum, tanımama, imzaya da gerek yok.” dedi. O zamanlar henüz hanımlar için dernekler kurulmamıştı. Yazılı olarak kayıt altına alıyorduk. Sevinçten uçuyordum. Hemen telefon açıp kızları göndermelerini istedim.
Eyüp’te oturan, maddî durumu iyi olan Ezel adında bir abi vardı. Ezel abi evinin birince katını öğrencilere karşılıksız verdi. Evin kirası yok, okula yakın, yol parası da olmayacaktı öğrenciler için. Çocukları o eve yerleştirdik. Kızlar İstanbul’a ve okullarına çok çabuk ayak uydurdular.
Liseliler arasında kitap okuma yarışması yaptık. Bu üç kızımız birinciliği aldılar. Hediyelerini sohbet programında bir törenle vermek istedik. Şerife ablaya kızlarının bugün hediye alacaklarını ve isimlerini söyledim, “ Onlar seni tanımasın, ama sen onları bil.” dedim. Öğrencilerin vakti kısıtlı olduğu için hediyeleri aldıktan sonra programdan erken ayrıldılar. Onlar gidince Şerife ablaya teşekkür ettim. Şerife abla ayağa kalkıp mikrofonu istedi:
“Kıymetli kardeşlerim, bir itirafta bulunacağım. Hocam bu teklifi bana getirdiği hafta doktorum bana artık böbreklerimin makinaya bağlanmasının zorunlu olduğunu söyledi. Hocamın bundan haberi yoktu. Ne kadar ömrüm varsa ölünceye kadar hizmet ederim, ömrüm biterse başkası devam ettirir düşüncesiyle başladım. Belki inanmayacaksınız ama hocamla konuşmamızdan bir süre sonra doktora gittiğimizde böbreklerimin normale döndüğünü söyledi ve doktor da şaşırmıştı. Hocamızdan ve sizlerden Allah razı olsun. Bu kızları bana manevî evlat eden Rabbime hamdolsun.”
Aradan yıllar geçti. Kızlarımızdan biri İlahiyat Fakültesini, biri Türkçe Öğretmenliği, biri de Kimya Mühendisliği Bölümünü bitirdi. Üçü de çalışmaya ve başkalarına sahip çıkmaya başladı. İşleri, evleri, evlatları oldu. Bir bayram günü, eşini ve çocuklarını alıp ziyaretime gelmişti içlerinden biri. “Ablacığım, biliyorsun ben Anadolu’da çalışıyorum, her zaman İstanbul’a gelemiyorum. Artık saklamanıza gerek yok, bizi okutan hanımefendiyi tanımak istiyorum. Annem vefat etti, çocuklarımın anneannesi yok şimdi. Çocuklarımın ona anneanne demelerini istiyorum.” dedi. Ben de Anadolu’da 12 yıl dolaştıktan sonra İstanbul’a dönmüştüm. “İki defadır arıyorum, bir türlü buluşamadık, buluşunca sana haber vereyim.” dedim. İlerleyen günlerde Şerife ablanın ağır bir hastalıktan dolayı özel bir hastanede yattığını öğrendim. Bir arkadaşımla ziyarete gittim. Bizi görünce sanki canlandı. Fırsat bulup durumu anlattım. “Elbette hocam, görüşebiliriz dedi.” Telefon numarasını kızımıza ilettim.
İlerleyen zamanda Şerife ablanın iyileştiğini duydum. Kızımızla ilk buluşmayı gerçekleştirdiler. Artık o yavrucakların yeni bir anneanneleri olmuştu.