Gözetme, mülâhazaya alma, intizarda bulunma, kontrol etme ve kontrol edildiği şuuruyla yaşama mânâlarına gelen murâkabe; hâl ehlince, Allah’tan gayrı her şeyden alâkayı keserek kalben Cenâb-ı Hakk’a yönelmek, ilm-i ilâhînin her şeyi kuşatmış olduğu inanç ve mülâhazasıyla nefsini menhiyâta karşı gemleyip hayatını Allah’ın emirleri ışığı altında dizayn edip yaşamaktan ibaret görülmüştür. Murâkabeyi; her zaman Hakk’ın muradını takip etme ve Cenâb-ı Hak tarafından takip edilme mülâhazasıyla iç ve dış bütünlüğü içinde, hayat ve davranışlarımızı ciddî bir çizgide sürdürme şeklinde de yorumlayabiliriz. Bu da ancak, Cenâb-ı Hakk’ın, insanın her hâline nâzır bulunduğuna; yani onun sözlerini duyar ve işitir, ahvâlini bilir ve değerlendirir, yaptıklarını görür ve kaydeder olduğuna inanmakla gerçekleşebilir. Kur’ân-ı Kerim:
وَمَا تَكُونُ فِي شَأْنٍ وَمَا تَتْلُوا مِنْهُ مِنْ قُرْاٰنٍ وَلَا تَعْمَلُونَ مِنْ عَمَلٍ إِلَّا كُنَّا عَلَيْكُمْ شُهُودًا إِذْ تُفِيضُونَ فِيهِ
“Sen ne halde bulunsan ve Kur’ân’dan ne tilâvet etsen, sizler de amelden ne işleseniz, ona dalıp gittiğiniz esnada mutlaka Biz üzerinizde nigehbân bulunuruz…” (Yûnus sûresi, 10/61) nurefşân beyanıyla bu gerçeği ihtar etmektedir.
Eğer murâkabe, Hakk’ın hoşnut olmadığı uygunsuz hâtıralara, huzurdan uzaklaştıran yaramaz düşüncelere, davranışları baskı altına alan sevimsiz mülâhazalara karşı kalbin kapanması ve ruhun sonsuza açık bütün kanallarının ilâhî vâridâta göre ayarlanması ise, bize de, menfî-müsbet bu açıp-kapama işini çok iyi değerlendirmek düşer. Allah’ın değer verip öne aldığı şeyleri, en içli, en derin arzularımız dahil, her kıymetin üstünde tutma; O’nun büyük gördüklerini büyük görüp başlarda gezdirme, değer vermediği şeyleri de hatırdan, gönülden çıkarıp atma, bu mevzuda ilk adım sayılır. Hak rahmetinin enginliğinin düşünülmesi, insanda Allah sevgisini ve ibadet aşkını coşturur; O’nun mehâfet ve mehâbetinin mülâhazası ise mâsiyet iştihasını kaçırır ve insanı dikkatli yaşamaya zorlar. Murâkabeye gelince, ibadet ü taati, bir kısım cisimlerin tülbentten geçirilmesi gibi öyle bir eler ki, âdeta onların içinde Hak mülâhazasından başka hiçbir şey kalmaz; zira murâkabe aynı zamanda ferdin yapayalnız anlarında dahi, her an görülüp gözetildiği şuuruyla duygu ve düşüncelerini bulandırmama gayretidir.
Murâkabe yolu, mürşid ve rehbere ihtiyaç hissetmeden, gidip Hakk’a ulaşan kestirme yolların en önemlilerindendir ve vilâyet-i kübrâ çeşnilidir. Bu yolun bahadırları, her zaman ve her yerde, acz ü fakr nâmeleriyle Cenâb-ı Hakk’a yönelebilir ve ihtiyaç tezkeresiyle halvethâneye alınabilirler. Bunlar, hayatlarının her anında tabiatı süzerken, Allah’ın kendilerini kontrol ettiğini hisseder ve her türlü ağyâr mülâhazasından uzaklaşırlar; eşyayı dinlerken de, O’nu söylemeyen bütün seslere karşı kapanır, O’na ait nağmeleri duymaya çalışırlar; varlığı konuşurken, O’nun güzelliklerini şakıyan bir bülbül olur ve O’nunla irtibatlandıramadığı her şeyi mâlâyanî sayar, onlara karşı da ebkem (dilsiz) kesilirler. Zaten göz, O’nun görmesini, kulak O’nun işitmesini, dil de O’nun beyanını hatırlatmıyorsa, bu uzuvların birer et parçasından farkı yoktur. “Cenâb-ı Hak, Kendine ‘Basîr’ dedi ki, seni fenâlıklara karşı her zaman korkutucu.. O Kendine ‘Semî’’ dedi ki, dudaklarını fena şeylere karşı kapatıcı.. ve O Kendine ‘Alîm’ dedi ki, sana bildiğini bildirip, fesat düşüncesine karşı kararlı olasın.” diyen Hz. Mevlâna, murâkabeyi, fena duygu, fena tutku ve fena davranışlara karşı koruyucu bir sütre ve Cenâb-ı Hakk’ın hukukunu görüp gözetmede de biricik teminat saymaktadır.
Murâkabenin başlangıcı ve birinci merhalesi, Allah’ın hâzır ve nâzır olduğuna ve her hâlimize şahid bulunduğuna yakîn hâsıl edip, O’nun irade ve meşîetine kalben teslimiyetle, dileklerimizden daha çok dileklerini kollayarak وَكَانَ اللهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ رَقِيبًا “Allah her şey üzerinde rakîb ve gözetleyicidir.” (Ahzâb sûresi, 33/52) ufkunda seyahat etmektir.
İkinci merhalesi, sâlikin huzur-u kalble Cenâb-ı Hakk’a yönelip, ilâhî feyizlerin kalbine akmasını sabır, temkin ve teyakkuz içinde beklemesidir. Böyle bir yönelişte, mürşid, zikir ve râbıtaya da ihtiyaç yoktur. Ancak şer’î âdâba muvafakat kaydıyla bunların bulunması “nûrun alâ nûr” olur. İster birinci merhale olsun ister ikinci merhale, hak yolcusu, bütün benliğiyle أَنْ تَعْبُدَ اللهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ ile[1] ifade edilen ‘ihsan’ ruhunu tam temsil edebildiği, bu mülâhazada herhangi bir kopukluk olmaması için her zaman kendini kolsuz, kanatsız, âciz, fakir ve muhtaç gördüğü ve: “Tut beni Allahım, tut ki, edemem Sensiz.” iz’anıyla sadece O’nu nokta-i istinat ve nokta-i istimdat bildiği ölçüde sağlam bir murâkabe yolunda ve dolayısıyla da emniyette sayılabilir.
Hayatını sürekli bu çizgide sürdürenlerin ruhunda zamanla bir meleke hâsıl olur ki –buna huzur-u kalb de diyebiliriz– bu meleke sayesinde vicdan sürekli ilâhî vâridâta açık kalır ve Hazreti Ehadiyet’ten ona devamlı feyizler akmaya başlar.
Murâkabenin en önemli vasıtalarından biri “muhâsebe”dir. İnsanın kendi kendini kontrol edip hesaba çekmesi, günah, hata ve benliği baskı altına alan daha başka duyguların şuurunda olması mânâsına gelen muhâsebe yoluyla fert, kalbinde doğruyu bulabilir, onu davranışlarıyla temsil edebilir.. ve ruhunda سُبْحَانَ مَنْ يَرَانِي وَيَعْرِفُ مَكَانِي وَيَسْمَعُ كَلَامِي“Tesbih ve takdis ederim beni göreni, görüp mekânımı bileni ve konuşmalarımı işiteni” sırrı bütün vuzûhu ile belirir. Böyle biri, bütün benliğiyle ilim ve meşîetçe yakın takibe alınmış olduğunu hisseder ve ürperir.. ve derken, gözlerini açar-kapar her yerde O’nun muradını arar…
اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى أَشْرَفِ خَلْقِكَ مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْأَنَامِ وَعَلٰى أَصْحَابِه ذَوِي الْاِحْتِرَامِ
[1] “Allah’a, O’nu görüyormuş gibi ibadet (veya ubûdiyet)te bulunmak… Her ne kadar sen O’nu göremesen de O seni görüyor ya!” (Buhârî, îmân 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, îmân 1)