Mevsim güz; aylardan kasım…
Kasım, güzün son durağı… Anlamı gibi; “bölen, taksim eden.” Bizim payımıza düşen de gitmek olmuştu; bir kış günü geldiğimiz o küçük şehirden.
Geldiğimiz ülkeye geri gönderilmemiz için resmî yazılar bize çoktan ulaşmış, o süre zarfında da tüm yasal haklarımızı kullanıp kalmamız adına elimizden geleni yapmıştık. Fakat nafileydi; bir vurgun daha yemiştik.
Yine gitmek isteyip istemediğimiz bize sorulmamıştı; tıpkı oraya gönderilirken sorulmadığı gibi… Kimlerin insafına kalmıştık Allah’ım?! Yasalar karşısında boynumuz kıldan inceydi. Vakit bir kere daha ayrılığı gösteriyordu bizim için. Bunu da görüp yaşamadık demeyeceğimiz başka günler az ötemizdeydi; Erzurumlu Âşık Sümmani’nin dediği gibi:
“Herkes diyarında muhabbetinde
Bilmem bizi ne civara yazmışlar”
Üzüntümüzü heybemize kaldırıp gideceğimiz son güne kadar hiçbir şey olmamış gibi devam ettik kaldığımız yerden…
O küçük şehre geldiğimiz ilk günden gideceğimiz son güne kadar varlıklarıyla her daim yanımızda olan; bize abi, abla, kardeş olan, bir elin parmak sayısını geçmeyenler… Şayet dik durabilmişsek hep sizin sayenizdeydi.
Ne güzel insanlardınız siz! Hayatımıza dokundunuz, kalbimizde iz bıraktınız, yaslanacak duvar oldunuz; kırılan dökülen duvarlar arasında… Kırıldığımız yerler çiçek açmıştı gölgenizde. Öylesine değildi yanımızda olan elleriniz. İnsan yanlış görebilir, yanlış duyabilir ama yanlış hissetmezmiş ya hani…
Bir yandan gündelik telaşlarımız devam ederken, diğer yandan da arkadaşlarımızın kurduğu kadın derneğinin etkinliklerine katılıp bir avuç insanın neler başarabildiğini hayranlıkla izliyorduk. Yazın sıcağı, kışın soğuğu; niyetler güzel olunca işlemiyordu ve her defasında güzel sonuç veriyordu.
Kadın derneği üyelerinin katıldığı festivallerde, etkinlik ve programlarda bulunmak bize de nasip olmuştu. Kamptaki komşularımızı da bir festivale davet etmiştik. Sabahtan akşamın geç vaktine kadar çalışmışlar ve bundan oldukça keyif almışlardı. Değerlerimizi anlatmanın güzel bir yolu olmuştu bu birliktelik. Çok keyifli geçmişti o festival. Hatta komşularımız sonradan üzüntülerini dile getirmişlerdi; diğer festivallere katılamadıklarından dolayı.
Perşembeler daha bir anlamlıydı bizim için. Bayram yerine gidecek çocuklar gibi sabah erkenden hazırlanır, “dağlar kızı”nın gelmesini beklerdik. Yarım saati aşkın yolculuktan sonra, dernekte verilecek kahvaltı için orada olurduk. Çoğu zaman biz varıncaya dek hazırlanmış olurdu kahvaltı; on parmağında on marifet olan arkadaşlarımız tarafından. Saat dokuza doğru misafirler gelir, kahvaltılarını yapar ve büyük bir hoşnutluk içerisinde ayrılırlardı.
Birbirlerine en az bir saat mesafedeydi evleri, ama kalpleri her daim yan yana, omuz omuza; kadın gücünü, dayanışmasını gösterirlerdi. Müthiş bir uyum içinde çalışmaları devam edip dururdu. Başka hiç hesapları yoktu; tek bildikleri iyilikte buluşmaktı. Biz de gücümüz nispetinde her daim onlarla birlikte, iyilikte buluşmak için elimizden geleni yapmaya çalışırdık.
İnsan, benzer olaylara rastlayınca düşünmeden geçemiyor. İkisi arasında yalnızca bir kelime değil de geniş bir zihin farklılığı olduğunu. Bu farklılığı yaşayarak görmüş oluyorduk her defasında.
Bir ev tutma konusunda çok ısrarcı olmuştu yakından ilgilenen arkadaşımız. “Böyle bir zamanda daha ne kadar kalıp kalmayacağımız dahi belli değil iken bu kadar zahmete hiç gerek yok.” dememize rağmen kamptan ayrılma vakti gelmişti bizim için.
Ayrılmamıza üzülen komşularımız… Tutunacak yer ararken daha çabuk mu alışıyordu insan insana?
Komşularımızla da az şey paylaşmamıştık nihayetinde… Kampa gelip gitmelerimiz devam etti. Bizi ilgilendiren bir durum olursa komşumuz arayıp haber verirdi: Mektup geldi, görevli geldi, polis gelmedi!
Odamız kilitli olsa da görevlilerin istedikleri zamanda, gece gündüz fark etmeksizin girip çıkabildikleri yerdi orası. Nihayetinde adımız mülteci idi ve o hak da onlarda vardı! Sandalyeleri kapı arkasına koymuşluğum çoktur benim; kilidin korumadığını onlar korusun diye…
Orada kalma ihtimalimiz son iki haftaya bağlıydı. O sürede, gecenin en koyu saatinde, derin bir uykudayken polis odanıza gelmezse şanslıydınız. Yasal süre geçtiğinden gönderilmiyorduk ve kalmamız için yeni bir süreç başlatılıyordu. İki hafta çabucak geçsin gitsin, bir an önce ne olacaksa olsuna dayanmıştı sabrımız.
Kanım çekilirdi böyle anlarda. Kampta kaldığımız zamanlar şahit buna olmuşluğumuz çoktur. Ah! Mecbur bırakılan yanlarımız, çaresizliklerle dolu duygularımız, apar topar götürülen insanlarımız… O anı yaşamamak ve kızımıza yaşatmamak içindi kamptan ayrılmamız. Çaresizlik; bir kere, bir kere daha yaşamaksa…
Bizim gibi mülteci olan ama kampta kalmayan iki değerli büyüğümüz vardı; orada tanışıp kader birliği yaptığımız… Sık sık görüşürdük kendileriyle. Kampa geldiklerinde odamıza uğramadan gitmezlerdi. Biri ellili yaşlardaydı, diğeri altmışını geçmişti. Hayatımızda yer etmiş, tanımaktan onur duyduğum, ender iki şahsiyetti bu büyüklerimiz. Vatanından ayrılmak zorunda bırakılan, yıllarca vatanına hizmet etmiş iki gönül adamı; bugünlerde mülteci…
Şimdi de onların misafiriydik. Onlar o eve misafir, biz de onlara. Bir göçebe gibi oradan oraya sürüklenip konacak bir yer bulacak mıydık nihayetinde?
Bir yıla yakın zamanımızın en keyiflisi, güzel iki yürekle geçen süre. Onların beklediği aileleriydi artık. Hayli zaman olmuştu görmeyeli; üç yıla yakındı. Bir bilinmezde yaşayan aileler, babadan yoksun büyüyen çocuklar, gözü yaşlı eşler… İlk buluşmaya şahit olmuştuk; elinde bir buket çiçekle havaalanında beklerken. O çocukların babaya sımsıkı sarılışları… İnsana ait ne kadar duygu varsa, kavuşmaya dair art arda sıralanırken bir damladaymış meğer mutluluk…
Sonra diğer buluşma; soğuk bir kış günü içimizi ısıtan, ihtiyar delikanlıyı eşine kavuşturan… Sürgünler çiçek açmıştı aralık ayazında. Yaz geçse ne olurdu, kışları bahara çeviren tutunduğumuz ümitlerimiz vardı. Anlamıştık; bu dünya sürgün yeriydi… Kiminin ilkbaharında, kiminin sonbaharında…
Kulağımız telefonda gece gündüz; yan oda komşumuzdan gelecek haberleri bekleyip durduk kamptan ayrıldığımız ilk günden itibaren. Aranmadığımız her günü şanslı sayıp takvime bir çizik daha attık; yarını beklemeye koyulduk.
Kasım, ayrılırken takvimden gün be gün, bize düşen pay ulaştı sabahın seherinde. Arayan komşumuzdu. Gecenin sabaha en yakın yerinde, odamıza gelen polislerden başkası değildi. Alıp götüreceklerdi bizi. Öyle habersizce, bir suçlu gibi! Kimdik biz? Bir memleketten diğerine sürülüp sığdırılamayan, yuvasız kuş misaliydik…
Mevsim kış; yılın son ayı. Bize yolun sonu; vakit ayrılık vakti… Gelen telefonla buz kesen kalbimiz. Son bir ümitle, çıkış yolu aradığımız gün. Saatlerce incelenen dosyamız; avukatın vereceği güzel bir haberi bekleyişimiz ve elimiz boş dönüşümüz. Kader üstünde kader varmış; beklemeli durup düşünmeli… Her düşülen yerden tekrar kalkmalı.
İki hafta sonra yolculuk vardı. İşlemler tamamlandı. Kalan zamanda da son bir festivale katılmak nasip oldu; eksi dereceleri bulan aralık başında. Üç dört gün süren festivalde, yine aynı heyecanla, arkadaşlarla beraber olmanın verdiği huzurun yanı sıra üzüntüler de heybemizde bekleyip duruyordu. Az daha beklesinler, zamanı gelince çıkıp geleceklerdi nasılsa. Son akşam, dostları bir araya toplayıp evinde yemek veren, canım dağlar kızı… Baba evinden uğurlanır gibi bizi uğurlayan bir avuç gönül insanı…
Heybeye eklenen onca anı, milyonlar versek de alamayacağımız kadar tecrübe, kazanım adı her ne ise yerlerini aldılar; kalbe en yakın yerde. Benden, onlara kalan nedir bilemem ama onlardan kalan çok şey vardı bende.
Aralık, günlerden perşembe, sabah vakti ve hava kurşun gibi ağır… Kamptaki odamızda gitmeye hazır vaziyette, gelecek polisleri bekliyorduk. Arka arkaya sıralanmış araçlar… Ne götüreceklerdi üç candan başka?
Havaalanına üç saat kadar süren yolculuk ve bekleyiş… Bir suçlu gibi didik didik aranıp uçağa polis eşliğinde, diğer yolculardan önce bindirilişimiz… Tek eksiğimiz kelepçe…
“Her kuş muradına uçar, konabildiği ancak nasibidir.” Bizim nasibimiz de geldiğimiz ülkeye geri gönderilmek oldu. Aynı türden bekleyişlere her gün bir yenisini kata kata. Tam on dokuz ay süren zorlu bir bekleyiş ve sonrasında bir bayram günü tarifi zor yaşanan mutluluk. Bayram, o gün bayramdı bize.
“Kurt kışı geçirir, ama yediği ayazı unutmaz!’’ misali unutulmayacak dünler. Acısı, hüznü, mutluluğu; her biri kendinden menkul…