Prof. Dr. İbrahim Erkul (d. 1940 – ö. 22 Kasım 2020) çocuk sağlığı ve hastalıkları (Pediatri) alanında Türkiye çapında, tıp fakültelerinde tanınıp literatürde yerini almış bir doktor idi. Bu sahada Türkiye’de ilk olan Prof. Dr. İhsan Doğramacı, 1954’te Çocuk Sağlığı Kürsüsü olarak başlattığı kurumu 1967’de Hacettepe Üniversitesi konumuna getirince onu asistan kadrosuna alıp 1968’de bir süre eğitimini ilerletmesi için ABD’deki Yale Üniversitesine göndermişti. Bilgisi ve tıp ahlâkı bakımından onun üzerinde iyi intiba bıraktığından, zihniyet yönünden farklı olmasına rağmen, İbrahim Bey’i profesör oluncaya kadar hep desteklemişti. Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı gibi birçok görevini müteakip emekli olduktan sonra Konya’daki ilk özel üniversite olan Mevlâna Üniversitesinde fahri öğretim üyesi olarak çalışıyordu. Bilimsel yönden bu başarısına işaret ettikten sonra, altmış yıllık arkadaşı olarak onun manevî, ahlakî ve sosyal yönü üzerinde durmak istiyorum.
1960’ta İlahiyat Fakültesine başlamamın ilk haftasında Fikret Sönmez Bey ile tanıştık. Fakültemiz Ankara’nın Cebeci semtinde, Hukuk Fakültesinin bitişiğindeki bir binanın iki katında yer alıyordu. Siyasal Bilgiler Fakültesi de yakında idi. Bu semtteki tek öğrenci yurdu olup “Hukuk Yurdu” diye bilinen yurtta kalıyordum. Fikret Bey’le münasebetlerimizi biraz geliştirdikten sonra, yakında bildiği bir medrese olduğunu söyleyip “İstersen beraber gidelim, sen de tanımış olursun” dedi. Ben içimden “Tarih dersinden bildiğimize göre medreseler kapatılmıştı” demekle beraber razı oldum. Bu medrese, fakültemiz ile aynı sokakta, iki yüz metre ötedeki bir apartman dairesi olup tüm Ankara’da Risale-i Nur’la ilgili öğrencilerin kaldığı tek talebe evi imiş. Bu tarihten on sene kadar sonra açılan bu gibi evlere “dershane” denildiğini duydum. Muhtemelen “medrese” adlandırmasında karşılaşılan sıkıntı sebebiyle böyle oldu. Gittiğim bu medresede, farklı fakültelerden yedi öğrenci kalıyormuş. Bunlardan üçü ilahiyat öğrencisi idi. Merhum İbrahim Canan ile Fuat Yılmaz, Yusuf Karahan, İbrahim Erkul orada kalanlardandı. Cumartesi akşamları orada Risale-i Nur dersi yapılır, ev kadrosu dışında da sekiz-on kadar öğrenci olurmuş. O zaman askerliklerini yapan Gültekin Sarıgül, Hasan Sarıkamış ve Abdülkadir Akşit bu müdavimlerden idiler. Ortamı beğendiğim için hafta sonları gitmeye devam ettim. Beş ay önceki darbe sebebiyle sıkı yönetim yürürlükte olmasına rağmen bu sohbet devam ediyordu. İyi ki de bu “medrese”nin beş yıl kadar bir geçmişi olup mimlendiğini bilmiyormuşum. Gerçi o çağdaki gençler böyle şeyleri bilseler bile pek kulak asmazlardı.
Bu ortamı sevdiğimiz için öğretim yılı sonunda başta Fikret Bey ve K. Dündar olarak bazı arkadaşlarla ertesi yıl başında biz de bir dershane açmayı planladık. Tatil dönüşü yine fakülteye yürüme mesafesinde, Celal Avşar abinin evinin bitişiğinde ve onun kefaletiyle ikinci evi açtık. Her öğrenci; yatak, somya ve portatif çalışma masası gibi eşyalarını kendisi aldı. Ortak salon için soba, perde, kilim vs. ile mahdut mutfak eşyası müştereken alındı. O zamanki usul böyle idi. Ev kirası da kalan öğrencilerin eşit miktarda ödemeleri ile karşılanırdı. Burada bir ders yılı kaldıktan sonra arkadaşlardan ikisinin, kurslarını tamamlayıp memleketlerine dönmeleri, diğer ikisinin ise başka kalacak yer planlamaları gerekti. İbrahim Beylerin kaldığı ilk dershaneden de İ. Canan Bey ve Fuat Bey’in mezun olmaları sebebiyle boşalma söz konusu olunca benimle Fikret Bey orayı doldurmayı kararlaştırdık. Son imtihanı tamamlayıp evi teslim edeceğimiz gün iki arkadaş veda edip ayrıldı. Birimiz de araba çevirmek için evden çıktı. Kapı çalınca biz onu beklerken yedi sivil polis evi basıp bizi Maltepe Emniyet nezarethanesine götürdüler. Sonra öğrendik ki Said Özdemir, Mustafa Türkmenoğlu gibi abileri de evlerinden almışlar. Mahkemeye çıkınca tutuksuz yargılanma kararı üzerine tahliye edildik. O zaman muhtemelen haber azlığından gazeteler ilk sayfadan fotoğraflarımızla haber yapmışlardı.
Tatil dönüşü ilk medresede kalmaya başladık. Her gün sabah namazını cemaat halinde kıldıktan sonra müşterek sabah dersi yapılırdı. Risale-i Nur’dan kitaplar baştan itibaren sona kadar gidecek şekilde ve herkesin okumasıyla ders tamamlanırdı. Ben İbrahim Canan Bey’in boşalttığı odayı İbrahim Erkul Bey ile paylaştım. Yer sofrasında müşterek kahvaltıdan sonra herkes okulunun yolunu tutardı. Haftanın yedi günü her birimizin bir nöbet günü vardı. Yemek ortaya konulan tencereden yenirdi. Fazla çeşit yoktu. Çorba, kuru fasulye veya nohut, pilav, makarna, patates demirbaş gibiydi. Yemekten sonra kısaca günlük intibalardan birbirimize bir şeyler anlatır, ondan sonra odalarımıza çekilip derslerimize çalışırdık. Az da olsa ders dışında başka İslamî kitap okuyan olurdu. Mâlâyani konuşma nadir idi. Böylesi bir durumda İbrahim Canan taktiği uygulanırdı: “Hazır birlikte iken kısa bir ders yapalım.” deyince arkadaşlar “yapacakları işlerini hatırlar”, meclis dağılırdı.
İmamlığı bazen biz ilahiyatçılar yapsak da çok defa İbrahim Bey îfâ ederdi. Kur’ân-ı Kerim’den mahfuzatı, tecvidi, makama vukufu, eda ve sedası yerinde idi. Risale-i Nur’a vakıf olup yerli yerince anlaması dikkat çekerdi. İlmihal bilgisi de iyice idi. Genel anlama seviyemiz iyi olduğundan olmalı, açıklama ihtiyacı fazla duyulmazdı. İbrahim Bey ayrıca Osmanlı Türkçesiyle risale yazmasını öğrenmiş olduğundan yazdığı bir iki risaleyi gördüğümü hatırlıyorum. Konya’da Abdülmecid Nursî ile komşu olup manevî dinamiklerden Hacı Veyiszade’nin çokça duasını aldığını da kendisinden dinlemiştim.
Sık sık ziyaretçilerimiz olurdu. Zübeyir, Bayram, Said Özdemir, M. Sungur, Bekir Berk, Mustafa Türkmenoğlu, Atıf Ural, Kemal Ural, Sadullah Nutku, Hasan Okur, oraya uğrayanlar arasında hatırladığım abilerdendir. Yaz tatilinde ev kadrosundaki kardeşler memleketlerine giderlerdi. Fakat medresenin açık kalması için nöbetçi âdeti varmış. Zübeyir Ağabey bunu bana telkin etmiş, ben de memnuniyetle kalmıştım. Ankara’da tek dershane olduğundan taşradan çok ziyaretçimiz olurdu. Bekir Bey pek titiz, hassas idi. Medresenin (kendi tabiriyle çikolata renkli) yastığını kirletmek istemediğinden yastık ve yatak çarşafını çantasında taşırdı. Fırsat halinde bizler de bazı şehirlere hizmet ziyareti yapardık. İbrahim Bey’in annesi Fatma Teyzemiz senede birkaç defa Konya’dan gelir, biraz nevale getirip dönerdi. Oğluna çok düşkündü. İbrahim Bey de onu çok aziz tutardı. Üç yıl önce, 107 yaşında vefat ettiğini yakında öğrendim. Diğer bütün akrabalarına da hep sahip çıkardı. Sadece akrabalarına değil, arkadaşlarının çocuklarının sağlığına da ihtimam gösterir, onlarla birkaç dakika geçmeden sempatik bir bağ kurardı.
Ev sahibimiz emekli ağır ceza hâkimi Feyzi Artukoğlu olup vaktiyle ilçemizde de görev yaptığından babamla dostluğu olan bir zat çıkmıştı. Aynı binada oturur, genç üç oğlunu bizimle görüştürmezdi. Bazen aldığı eleştirilere rağmen evini kiraya vermesini minnet ederdi, ama dikkatli kullandığımızı da görüp takdir ederdi. O zaman bu minnetini yadırgasak da toplum dedikodularını sonradan daha iyi değerlendirince kendisine müteşekkir olmamız gerektiğini düşünmüşümdür. On yıl boyunca böyle bir gruba apartman dairesini kiraya vermek pek de kolay sanılmamalı. Merhum dine vâkıf, ibadetli bir hâkim idi. Bu ev çok bereketli oldu. O zaman pek teşvik olmamasına rağmen hatırladığım müstakbel yedi profesör, değerli öğretmenler yetiştirdi. Mezuniyetimizin ellinci yılında Fikret Bey ile o evden gelip geçenleri Ankara’da toplamayı ve Artukoğlu apartmanını mümkünse satın alıp vakıf yurt gibi bir müessese yapmayı tasarladık. Mümkün olmadı. Bu evde kalmış olan arkadaşların ekserisinin, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Risale-i Nur hizmet anlayışını gözlemleyince, onun kapsayıcılığını görüp destek vermelerinden ötürü sevindiğimi de söylemek isterim: İbrahim Bey, Fikret Bey, Erdoğan Bey, Kemal Bey, Yusuf Karahan, Hayrani Bey, Muhlis Bey, Muzaffer Bey ile merhum İbrahim Canan, H. Sarıkamış ve A. Akşit Bey gibi… Bu da onların ufuklarının açıklığını ve Hizmet’in makuliyetini göstermektedir. Hulusi Ağabey’i 1962’de İbrahim Bey’le beraber Elaziz’de ziyaretimizden itibaren, defalarca ziyaret edip teveccühüne ve duasına mazhar olduğumuzu bilirim. İlk görev yeri olan Gündoğmuş’ta ilçe hükumet tabibi iken oradaki dengesiz bir savcı onu tutuklatmış, şahsen tanıştığı Antalya Milletvekili Osman Yüksel Serdengeçti ile irtibat kurup bu badireden kurtulmuştu.
1967’de Hacettepe Tıp Fakültesinde asistanlığa başladı. Askerliğimden sonra Erdoğan Bey ve İbrahim Bey ile Ankara’da buluşunca Seyran semtinde bir ev kiraladık. 1968’de Diyanet Başkanlığını temsilen Fethullah Gülen Hocamız Ankara’dan hacca gidiş ve dönüşünde bu evimize teşrif etmişlerdi. Sonra ben Erzurum Atatürk Üniversitesine başladım. Bu dönemde İbrahim Bey’in Ankara’da şu hizmeti çok önemlidir: Tıp fakültesinde ihtisas imtihanına hazırlananlara, senelerce hazırlık dershanesi gibi yetiştirme kursları vermiş, onlara rehberlik etmiştir. 1980 darbesi döneminde, Kayseri’deki Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesinde iken Fethullah Gülen Hocamız resmen vaiz olup arandığından gaybubette idi. İbrahim Bey ona fakülteden rapor temin ettiğinden göz altına alındı. Beş gün uykusuz bıraktıktan sonra ifadesini alan görevlilere: “Böylelikle çelişkili ifade alacağınızı düşünüyorsanız zahmet etmeyin. Meslek icabı senelerce gün aşırı nöbetle uykusuz çalışma egzersizim var.” dediğini bana söylemişti. Gaybubet uzadığında 1982’de merhum Abdulkadir Akşit, Ankara’da kiraladığı, oldukça geniş çatı katını Hocamızın ikametine ve hizmetini devam ettirmesine tahsis edip hizmetine koşmuştu.
1987’de Hocaefendi İstanbul’a yerleştikten sonra görüşmeler orada yapılmaya başlandı. İbrahim Bey Konya’dan gelip katılırdı. Böylece İstanbul onun için ikinci bir mekân olunca Üsküdar’da eski bir ev satın alıp yalnız bırakmamak için çoğu zaman annesini de beraberinde getirmeye başladı. Hocamız istişare toplantılarında İbrahim Bey, Abdülkadir Bey, Fikret Bey, Erdoğan Bey ve beni, âdeta kıdemlileri temsilen yanına oturturdu. Hocamız 1999’da Amerika’ya gittikten sonra da bazen tıp kongrelerini vesile ederek sık sık Hocaefendi’yi ziyarete giderdi.
Velhasıl ilk gençliğinden itibaren zekâsı, inisiyatif sahibi olarak güçlüklere çabuk çözümler bulması, güzel ahlakı, bütün resmî görevleri boyunca tavizsiz şekilde İslamî vecibeleri uygulaması, Hizmet’e tam sadakati ile beraber diğer çevrelerle de saygın münasebetler sürdürmesi, hakkın hatırını her zaman ön plana koyması ile bulunduğu bütün çevrelerde aktif ve fikrine önem verilen biri idi. Vefat haberini aldığım gün hatmimde İbrahim sûresinde kalmıştım. Sûrenin sonunda onun, Cedd-i Emced’i, aynı zamanda isim babası Hazreti İbrahim aleyhisselâma iktidaen, âdeta onun himayesinde şu duasını dinlediğimi düşündüm: “Ya Rabbena! Beni, annemi, babamı ve bütün müminleri büyük duruşma gününde affeyle!” (41. âyet). Biz de onun müstecab duasına “âmin” diyoruz.