“Çocuklar, durun, koşmayın! Cadde çok kalabalık, kaybolmayın gözümün önünden!”
Esma, her tarafından pazar torbaları sarkan, parçalanmak üzere olan bebek arabasını hızla iterek Veli ve Zümra’ya yetişmeye çalışıyordu. Bir taraftan da poşetler arasında kaybolmuş minik Ceyda’nın sevdiği şarkıyı mırıldanarak onu oyalıyordu. Bir mağazanın vitrinine bakmak için duran çocuklara yetişti.
“Ne olur artık koşmayın! Saatlerdir yürüyoruz. Size yetişeceğim diye çok yoruldum. Yanımda yürürseniz, kelime türetme oyunu oynarız. Sonra da birlikte dondurma yeriz, ama koşmamanız şartıyla. Anlaştık mı?”
“Dondurma iki top olacaksa anlaştık anneciğim!”
Esma, beş ay önce Meriç üzerinden Atina’ya ulaşmıştı. Dilinde dualarla, en küçük kızı Ceyda’yı sırtında taşıyarak saatlerce yürümüştü. Bir İzmir kızı olarak Atina’ya alışmak zor olmamıştı. Dar sokaklar, balkonlarından çiçekler sarkan eski apartmanlar, cömert satıcıların olduğu pazarlar, İzmir’i aratmıyordu. Atina’daki birçok mülteci gibi, bilet parası vermemek için gidebildiği her yere yürüyerek gidiyordu. Bu yüzden geldiğinden beri epey zayıflamıştı. O zayıfladıkça iri siyah gözleri daha da büyüyor, kalın kaşları da gürleşiyordu sanki… Çocuklarıyla yalnız olması da onu çok zorluyordu, ama Almanya’daki eşine kavuşmasına çok az kaldığı için seviniyordu.
Zümra, yedi yaşında, parlayan kahverengi gözleriyle, cıvıl cıvıl bir çocuktu. İki yaş büyük ağabeyi Veli’nin aksine, hiç durmadan saatlerce konuşabilirdi. Zümra’nın bitmeyen sorularıyla, neşeli oyunlarla, vitrinlere baka baka ilerliyorlardı, ama eve varış yolu uzundu. Esma da çocuklar da yorulmuştu. Anneleri, “Bugün eve otobüsle dönelim.” deyince çok sevindiler. Gelen sarı otobüse, bir yolcunun yardımıyla bindiler. Otobüs kalabalık değildi, ama oturacak yer yoktu. Ön koltuklarda oturan gençler kalkıp Esma’ya ve çocuklara yer verince, önlü arkalı bir şekilde oturmuş oldular. Çok zaman geçmemişti ki Zümra, çilek istediğini söyleyerek ağlamaya başladı. Esma, pazardan çilek almadıklarını, isterse ona şeftali verebileceğini söylese de kızını ikna edemedi. Yorgunluğun da etkisiyle Zümra, “Çilek istiyorum!” diye bağırıyordu.
Esma’nın yanında oturan yaşlı hanım, elindeki kese kağıdını ona uzatarak:
“Kizim, buradaki çileklerden alip versene çocuğa. Ne kadar isterse ver, e mi canim.” dedi.
Esma, şaşkınlıkla teşekkür ederek birkaç çileği kızına uzattı. Yetmişli yaşlardaki bu Rum hanım, konuşmasıyla siyah beyaz Türk filmlerinden gelen bir karakteri andırıyordu. Zümrüt yeşili döpiyesi, gözleriyle aynı renkti. Esma, bu zarif hanımın Türkçeyi nasıl öğrendiğini merak ediyordu.
“Böyle güzel Türkçe konuşmayı nerede öğrendiniz? Bu arada kendimi tanıtayım. Ben Esma.” diyerek elini uzattı.
“Memnun oldum kizim. Ben de Marika. Türkçeyi İstanbul’da öğrendim. 10 yasina kadar orada yasadim.”
Esma, yol arkadaşının hikayesini daha çok merak etmeye başlamıştı. Gözleriyle çocuklarını kontrol etti. Ceyda, bebek arabasında uyuyor, Veli ve Zümra, çilek yiyerek oyun oynuyorlardı. Çantasından şişeyi çıkarıp su içti. Burnundan aşağıya kaymış gözlüğünü işaret parmağıyla geri itti. Marika Hanım’a döndü.
“İstanbul’da geçirdiğiniz 10 yılınızı sizden dinlemeyi çok isterim. Türkçenize hayran kaldığımı da itiraf etmeliyim.” dedi gülümseyerek.
“Tesekkür ederim. Türkiye bizim vatanimizdi kizim. Osmanli zamanindan beri büyük dedelerim İstanbul’da yasamislar. Annem, onun annesi, hep İstanbul’da doğmuslar. Tüm akrabalarimizla birlikte Beyoğlu’nda, ayni mahallede yasardik. Kardes gibi yakin olduğumuz komsularimiz var idi. Cumbali ahsap evlerimizin olduğu genis sokaklarda gönlümüzce oyunlar oynardik.”
“Marika Hanım, gözümün önüne eski Türk filmlerinden sahneler geldi. Sokaklarda kurulan geniş, kalabalık sofraları hayal ettim.”
Marika Hanım’ın yüzü aydınlandı. Yeşil gözlerini kocaman açarak:
“Doğru tahmin ettin kizim. Serin yaz aksamlarinda, o uzun, zengin sofralarda, tüm mahalle toplanıp yemekler yedik. Sonrasinda biz çocuklar gece yarisina kadar sokakta oyunlar oynarken anne babalarimiz masa basinda neseli sohbetler ederlerdi. Çocukluğumun en güzel zamanlarini o mahallede geçirdim. Ta ki o kara günler gelip çatana kadar…”
Son cümleyi söylerken kaşları düşmüş, sesi titremişti. Esma, otobüse binen yolcuların rahat ilerlemesi için bebek arabasını kendine doğru çekerken merakla sordu:
“Bu kadar mutluyken neler oldu Marika Hanım? Neden ayrıldınız İstanbul’dan?”
“Ah, Esma, ah! Biz ayrilmayi hiç istemedik ki… Zorla kopardilar bizi evimizden, mahallemizden.”
Marika Hanım kafasını önüne eğmiş, yeşil gözlerinden ince ince yaşlar akmaya başlamıştı. Esma, ellerini sıkı sıkı tuttu.
“Sizi üzmek istemezdim. Affedin ne olur! En iyisi, hiç sormamış farz edin Marika Hanım.”
“Yok kuzum. Yillar sonra ilk kez bir yabanci ile konusuyorum. Birak da anlatayim.”
Marika Hanım, çantasından çıkardığı nakışlı, beyaz mendiliyle yüzünü sildi ve anlatmaya devam etti:
“Anlattiğim gibi, mahallemizde mutlu bir hayatimiz vardi. Ben dördüncü sinifa gidiyordum. O zamanin mecmualarinda Rumlarin aleyhinde haberler basilmaya baslanmisti. Bu haberlerin tesiriyle komsularimiz artik bize uğramiyorlar, babamin bakkal dukkanindan alisveris yapmiyorlardi. Sokakta bizlerle oynayan çocuklarini azarlayarak kollarindan tutup zorla evlerine sokuyorlardi. Hâlbuki, bizim suçumuz yok idi. Bizler de ne olduğunu haberlerden biliyorduk.”
Hatıralarla hüzünlenen bu zarif hanım, yan koltukta oturan siyahî bir hanımın dikkatini çekmişti. Konuştuklarını anlamasa da onu izliyordu. Marika Hanım da kendisine bakan bu meraklı kadını fark etti. Başıyla ona ufak bir selam verdikten sonra devam etti:
“Her gecen gün daha zor olmaya baslamisti. Bir sabah, gazetelerdeki ‘Atatürk’ün Selanik’teki evine bombali saldiri!’ haberi ile uyandik. O gün, hiçbirimiz evden çikmadik. Aksaminda, aile buyukleri bizim evde toplandilar. Çocuklari yan odaya gönderdiler. Hararetli konusmalarindan vaziyetin ciddi olduğunu anlayabiliyordum. Ben kuzenlerimle oyun oynarken odanin ortasina kocaman bir taş atildi. Evimizin etrafi 20–30 kisilik bir grupla sarilmisti. Ellerinde mesaleler, kocaman taşlar var idi.”
Esma, ön koltukta oturan ve durmadan “Anne, ne kadar yolumuz kaldı?” diye soran çocuklarına çantasında kalan son çikolataları uzatırken Marika Hanım’a döndü:
“Çocuk hâlinizle ne kadar korktunuz kim bilir? Kıyamam, neler yaşamışsınız.”
“Çok korktum elbette. Neyse ki Tanri korudu da taş, hiçbirimize zarar vermedi. Sesleri duyan annemler kosarak yanimiza geldiler. Bizleri odadaki gömme dolaba kapattilar. Onlar da diğer odalarin panjurlarini kapatip kapilari sürgüleyip yanimiza geldiler. Evdeki herkes bir yerlere saklanmisti. Dolabin icinde ne kadar kaldiğimizi hatirlamiyorum. Babamin bile ne kadar korktuğunu hatirliyorum.”
Marika Hanım, derin bir nefes alarak gözlerini yumdu ve anlatmaya devam etti:
“Disaridan ‘Gavurlar Yunanistan’a!’ bağirmalari yükseliyordu. Sesler bittiğinde, önce babam çikti dolabin içinden. Etrafta kimselerin kalmadiğini anlayinca bizi de çikardi. Babam, kafasini camdan uzattiğinda sokağin basindaki dukkanimizin cayir cayir yandiğini gördü. Evdeki büyükler ellerine kaplari aldiklari gibi sokağa firladilar. Babamin yardim çiğliklarina, kardeş bildiğimiz komsularimizdan hiç kimse cevap vermedi.”
Bu son cümle, Esma’nın boğazında bir yumru oldu. O sessizce ağlarken, Marika Hanım, ayağa kalkarak otobüsün camını açtı.
“Otobüs yine ağzina kadar doldu. Biraz nefes alalim bari.”
Bu arada Zümra, kalabalıktan korkup annesinin kucağına geldi. Marika Hanım sevgiyle onun yanaklarını okşadıktan sonra:
“Nerede kalmistim? Ah, evet. Hatirladim! Birkaç gün sonra, serin bir eylül aksami, babam bizleri karsisina alip Yunanistan’a dönmek zorunda olduğumuzu söyledi. Ben, ‘Gitmek istemiyorum!’ diyerek çok ağladim, ama baska çaremiz kalmamisti. Hemen ertesi sabah Taksim’den kalkan otobüslere binmek için evimizden ayrildik. Kan kardesim Fatma’ya bile veda edememiştim.” dedi. Gözleri yine yaşlarla dolmuştu.
“Meydana vardiğimizda, her seyimizin elimizden gittiği yetmezmis gibi otobüse binmeden evvel orada bekleyen memurlar, annemin kolundaki bilezikleri, babamın cebindeki paralari, köstekli saatini bile aldilar. O gün hayatimin en kara günüydü. Otobüsler bizleri Yunanistan sinirina kadar getirip biraktilar. Sonrasi ise bilmediğimiz bir yerde, sifirdan, yeni bir hayat…”
Esma, son iki yılda yaşadıklarını, uzun seneler önce yaşamış bu yaşlı kadının anlattıklarından çok etkilenmişti. “İkimizi bir otobüste yan yana getiren hayatta tesadüften kim bahsedebilir ki?” diye düşündü. Otobüsten inmeden önce Marika Hanım’la telefon numaralarını paylaştılar. En kısa zamanda tekrar görüşmek için sözleştiler. İnecekleri durağa az kalmıştı. Marika Hanım vedalaşırken senelerdir aradığı dostuna sarılır gibi Esma’ya sarıldı: “Ben de senin hikâyeni çok merak ediyorum kuzum.” diye kulağına fısıldadı. Anlatma sırası Esma’daydı.