Masmavi, engin denize doğru dalıp gitmişti; denizden de derin gözleriyle. Deniz gökten almıştı maviliği; ya gözlerindeki acı, rengini nereden almıştı? İyiden iyiye yöneldi bakışları, acının rengine sebep olan kıyının karşı yakasına. Maviliğin en koyusunda kayboldu gitti, karabatak kuşu misali. Kendine ait olanı çekip almak istercesine…
Karşı kıyıya yakın bir adaydı, acının renginde kaybolduğu yer. Gözlerinden dolu tanesi gibi yağan gözyaşlarıyla, bildiği bütün acıları unutturan, çaresiz, terk edilmiş bir bedendi ona orada kalan. Sınanmanın en zoru ile baş başaydı. Feda ettikleri, geride bıraktıkları ve insana dair daha ne varsa…
Acısını da gömmek istemişti belli ki denizin tam orta yerine; öylece boynunu bükmüş, iki büklüm kalakalmıştı karşı kıyıya en yakın toprak parçasında. Puslu bir karanlığa bürünmüş mavilikte, kuzeyli bir rüzgâra kapılmış gibi titredi içi. Hüznü de mezarlar gibi suyun öteki yakasına doğru idi.
İçine göçmüş omuzlarına, şimdi hangi teselliyi, nasıl verecekti? Onlar da kendisi gibi göç etmişti yerinden, yurdundan. Hangi tondan vermeliydi de teskin etmeliydi onları, ne söylerse kaldırabilirdi tekrar yerinden? Ne kaçıp gitme ne de kimseyi yerinden etme düşüncesi yoktu oysa. Özgürce yaşamaktı gayesi. Onurlu yaşamayı seçmişti ve en insanca olan da buydu.
O gün, bu topraklara bir acı daha ekilmişti. Derinden bir “Ah!” çekti. Gözlerini kısıp başını göğe kaldırdı; ellerini sol yanına sıkıca bastırdı. Kıyının karşı yakasındaki sahiplerine posta güvercininden daha hızlı ulaşmıştı içinden geçirdikleri henüz dudaklarından bile dökülmeden…
Kabarmış, kıyıyı döven dalgalar gibiydi yüreği o esnada. Nasıl dindirecekti; acıdan inip inip kalkan, bu çaresiz yüreğini? Anası, babası ölen çocuklara öksüz, yetim denirdi. Peki evladı ölen ana babaya ne denecekti şimdi?
Kara toprağa emanet edilen cennet kuşları vardı. Kıyıya en yakın, vicdanlarından en uzak yerindeydi yine insanlığın. İsimler değişiyor, coğrafyalar değişiyordu ama zulümler hiç değişmiyordu. Cehalet kıtalar dolaşmaya devam ediyordu.
Son çığlığı, martıların çığlığına karışmıştı; canının canını, yüz aydınlığını, gönül şenliğini verirken kara toprağa. Martılar şahitti, deniz şahitti, kabaran dalgalar şahitti, bastığı toprak şahitti içinde yankılanan çığlıklara… “Kör kayıkçı da” oradaydı. Yıllar öncesinin dizelerinden çıkıp gelmiş, bir kere daha cinayete şahit olmuştu; suçsuz, günahsız, iftiraya kurban gidenlerin çaresizliğine… Sağır kulaklar da görmüştü tıpkı kayıkçı gibi. Asıl duyması gereken duymuştu acısını da çığlığını da. Hiç kimse duymasa ne olurdu?
Kendinde kayboldu, bir an çıkış yolu bulmak için. Dolandı, dolandı kalbinin dehlizlerinde. Yol bulamayacağını sanırken birden “Yol belli!” dedi kendine. “Yönel ki yol seni bulsun.” “Ya Rabbi!” dedi, kaldırıp iki elini semaya. Göçen omuzlarını yerine getirecek yakarışlar arşıâlâdaydı çoktan. Ağıtlar dudaklarından, gözyaşlarıyla birlikte engin denize karıştı.
Geride üç beş kişi, son görevlerini zor da olsa yerine getirdiler.
“Allah sabredenlerle beraberdi.” İlahî kelama sığınarak yakarışlarını da evladıyla birlikte emanet etmişti. Zamanı geldiğinde onları geri alacağı güne olan inancıyla. Hakikatle yüzleşmesi kolay olmayacaktı elbette, hayli zaman alacaktı.
Veda ederek ayrıldı belki bir daha hiç göremeyeceği o adadan. Artık mevsimlerin aynı olmayacağını biliyordu kendisi için. Kendi yaralarını sarıp sarmalayacaktı, ateşin düşmediği ama yaktıklarıyla. Zaman, şimdi ona merhem olmak için saatleri, günleri ardına sıralayacaktı.
İşte o anın fotoğrafıydı sosyal medyaya düşen; çaresiz, kimsesiz, bir sürgünü acı içinde yaşarken, bir adaya, emanet ettiği evladının mezarı başında, yöneldiği yola teslimiyeti seçen bir kalbin fotoğrafı…
Sürgünümüz aynı, hikâyelerimiz farklı. Ardı ardına geçen beş koca yıl. Yolumuza taş değil, yoldaş olanlarla çekilir hâle geliyor bu gurbetler, hasretler, acılar; yarınlarımıza olan ümitler… Kaybetsek de her şeyimizi, direniyoruz; bizi diri tutan giz, ümidimizde saklı.
Yarınlara bizimle gelmesini beklediğimiz o umut dolu gemi, kaç yarından sonra gelir ki? Belki de balkonda sardunyalar renk renk açarken, yetiştirilen ilk sebze dalından koparılırken, fesleğenlere her dokunuşta kokusu içler açarken ya da demli bir çayı akşamüstü bir dost sohbetinde içerken… Biz yine kendi dünyamızda iken. Olsun, beklemek böyle de güzel!