Hak Mağlup Olur mu?

Yaklaşık bir asır önce Bediüzzaman Hazretlerine şu mealde bir soru sorulur: Madem “Hak daima üstündür ve ona galip gelinemez.”[1] doğru bir sözdür, niçin Müslümanlar mağlup hâldedir? Niçin kuvvetli olanlar, haklı olanlara galiptir?

Üstad Hazretleri cevap olarak dört noktaya dikkat çeker:[2]

Birinci noktada, hak ve bâtıl hedef ve vesileler üzerinde durur. Hak; doğruluk, gerçeklik, kesin bilgi, yaratılış kanunlarına uygunluk, adalet ve liyakat gibi anlamlara gelirken bâtıl da bunun zıddı olarak, yalan, fıtrata aykırılık, safsata, abes ve hurafe anlamlarına tekabül eder.

Her faaliyetin hedef ve vesileleri vardır. Hedef, ulaşılmak istenilen sonuç, vesileler de bu sonuca götüren vasıta, süreç ve protokollerdir.

Bu durumda dört ihtimal akla gelir:

  1. Hedef haktır, vesileler de haktır.
  2. Hedef bâtıldır, vesileler de bâtıldır.
  3. Hedef haktır, ancak vesileler bâtıl olabilir.
  4. Hedef bâtıldır, ancak vesileler hak olabilir.

Hedef ve vesilenin hak olması ideal bir keyfiyettir. Hedef ve vesilenin bâtıl olması ise fazla söz gerektirmeyen bir melanettir.

Şimdi diğer iki ihtimal üzerinde duralım:

Bir hedef hak olunca, vesileler de otomatik olarak hak olmaz. Hedefin hak olması yeterli değildir. Akleden kalb yardımıyla tercih gücünü kullanarak hak vesilelere riayet de gereklidir. Mesela insanlara faydalı olacak bir yardım kuruluşu kurmak; hak ve lüzumlu bir hedeftir, salih ve hayırlı bir maksattır. Ancak böyle bir vakfın kurulması ve faaliyetlerine istikrarlı bir şekilde devam etmesi için çok sayıda hak vesilenin yerine getirilmesine ihtiyaç vardır. Projelerin kapsamına göre kalite, zaman ve maliyet optimizasyonun yapılması, bilgi ve nakit akışının yönetimi, entelektüel sermayenin yerinde kullanımı, mizaca ve yetkinliğe uygun istihdam, hukukî şartlara riayet, müşterek vizyon için adanmışlık ruhunun beslenmesi ve güven sermayesinin artırılması bunlardan bir kısmıdır.

Öte yandan, bir hedefin bâtıl olması, vesilelerinin de bâtıl olmasını gerektirmez. Bâtıl bir hedefe, hak vesilelerle ulaşılabilir. Sözgelimi, kamu yararını umursamadan acımasız bir rekabetle kâr maksimizasyonunu hedefleyen bir kuruluş, profesyonel vesileler kullanabilir, piyasa şartları ve müşteri memnuniyetine göre gerekli sebepleri yerine getirebilir ve böylelikle bâtıl da olsa hedefine ulaşabilir. Bu arada vesileler genellikle hak olsa bile, hedef bâtıl olduğu için yetkiyi kötüye kullanma, istismar ve yolsuzluk da kaçınılmazdır. Bu tür bir aldatıcı başarı veya “galibiyet” sürdürülebilir değildir. Ancak bu durumda bile hak vesileler, bâtıl vesilelere galip gelmiş olur. Vesilesiz hedefler, temenniden öteye geçemez. Gayret ve himmet olmadan, boş umutlarla yol alınmaz.

Peki, vesileleri ihmal etmemek için ne gereklidir? Vesileler, belirli hedefler için vasıta olarak takdir edilen belirli sebeplerdir. Vesilelere vâkıf olmak, “iktiran”a vakıf olmaktır. Yani hangi sebeplerin hangi sonuçlarla birlikte yaratıldıklarını keşfetmektir. Vesileleri bilmek, Sünnetullah’ı bilmektir. Bu da ilim, tecrübe, meleke, uzmanlık ve hikmet gibi vasıfları gerektirir. İlim dairesi genişledikçe riayet edilecek sebeplerin dairesi de genişler. İnsan bilmediği vesileyi yerine getiremez. Vesilelerde uzmanlaşmak zor, hedeflerde temennide bulunmak kolaydır. Becerikli olmak, iyi niyetli olmaktan daha fazla himmet gerektirir. Neticede becerikli kötü niyetliler, beceriksiz iyi niyetlilere galip gelir. Aslında galip gelen, bâtıl bir vasıf olan kötü niyet değil, hak bir keyfiyet olan maharettir.

Üstad Bediüzzaman, ikinci noktada “isimler” ve “sıfatlar” üzerinde durur. Bir kişinin isminin Müslüman olması, otomatik olarak bütün sıfatlarının da Müslüman olmasını gerektirmez. Dürüstlük; İslamî bir sıfattır, Allah ahlakını yansıtır, haktır, doğrudur, vicdanîdir ve insan olmanın gereğidir. Ancak şeytan, nefis ve benliğin, insanı dürüstlükten ve diğer hak sıfatlardan mahrum etmesi her zaman muhtemeldir.

Müslüman olmayan bir insanın da bütün sıfatlarının bâtıl olması gerekmez. Bir gayrimüslim, pekâlâ dürüst olabilir. Demek ki ortada bir mağlubiyet söz konusuysa, bunun sebeplerinden biri, isimleri Müslüman olanların bâtıl sıfatlarıdır. Zaten sıfatsız isim, sahte isimdir.

Hedefi ve niyeti hak olan, ahlaklı ve faziletli kişiler salih, vesileleri hak olan, meleke ve uzmanlık sahibi kişiler ise mâhirdir. Dünyevî işlerde, maharet (ustalık) veya salahate (erdemli ve ahlaklı olma) öncelik vermek gerektiğinde, maharet tercih edilir. Aracımız arızalandığında, mahareti olmayan salih bir çırağa değil, salih olmasa da mâhir bir ustaya müracaat ederiz. Elbette hem salih hem de mâhir olan bir usta, tercih edilmeye daha layıktır.

Bu arada Üstad hayat hakikatine dikkat çeker. Rabbimiz hayatı ihsan eder ve canlıların hayatının devam etmesi için gerekli sebepleri yaratır. Hayatın Rahman nezdinde sırlı bir kıymeti olduğu için, sonsuz merhameti ve şefkatiyle, hayat sahibi her yaratılmışa aynı kanunlarını uygular. Havasından, suyundan, türlü türlü nimetlerinden her canlıyı istifade ettirir. Dünyevî hayatta, bir insanın sırf ismi gayrimüslim olduğu için hayatı sekteye uğramaz veya son bulmaz. Rabbimizin sonsuz rahmeti, adaleti ve hikmeti buna müsaade etmez.

Üçüncü noktada, iki türlü ilahî kanuna dikkat çekilir. Birinci tür kanunlar, Allah’ın kudret ve irade sıfatlarından kaynaklanan yaratılış kanunlarıdır. Allah (celle celâluhu), kâinatta belli sınırlar, ölçüler ve münasebetler takdir eder. Sonsuz ilmiyle belirlediği kader kalıplarına göre zerreleri yaratıp sevk ederek maddî âlemi, zaman sayfasına, kudret kalemiyle silsile hâlinde yazar. Her nesne ve vakıayı, bütün keyfiyeti ve etkileşimleriyle vücuda getirir. Mesela yerçekimi, O’nun iradesi ve emriyle bir kanun olarak tezahür eder. Nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvet ve zayıf kuvvet de yine Rabbimiz tarafından sınırları ve ölçüleri tayin edilmiş kanunlardır. “Bilimsel kanun” veya “tabiat kanunları” denilen şeyler, aslında Sünnetullah’tır, mahiyetlerini tam olarak kavramamız mümkün olmayan İlahî emirler ve kanunlardır. O emrettiği için taş serttir, ateş yakar. Yoksa taş kendi başına sert olamaz, ateş tesadüfen yakamaz. “Sert ol!” emrine itaat eden taşlar, köklerin karşısında aldıkları ikinci bir İlahî emirle mukavemetlerini yitirir. Yeşil ve ince yapraklar, “Yak!” emrine itaat eden güneş ışınlarından, farklı bir emirle muhafaza edilir. Yaratılış kanunları doğrudan O’nun emrine bağlıdır. Zaten emirsiz kanun olmaz. Ruh da yerçekimi gibi bir kanun-u emrîdir.

İkinci tür kanunlar, kelam sıfatından neşet eden ve dinin ruhunu ikame eden vahyî ve kitabî kanunlardır. Semavî Suhuf ve Kitaplardaki emir ve yasaklar, insanların ebedî saadeti için rehberlik yapan ve Allah ahlakını yansıtan düsturlardır.

Demek ki kanunlar sadece Kur’ân-ı Kerim’de yer almaz, kâinatta da uyulması gereken kanunlar mevcuttur. Kitabullah ve Sünnet’teki emirlere uyan veya uymayanlar genellikle âhirette mükâfat veya ceza görürken Sünnetullah’a veya Âdetullah’a, yani yaratılış kanunlarına uyanlar veya isyan edenler de umumiyetle bu dünyada hak ettikleri karşılığı alırlar. Takva, bu iki farklı kanuna da saygılı olmaktır.[3]

Fıtrat kanunları ve küllî kaideler evrenseldir. Her zaman, her yerde ve herkes için geçerlidir ve vicdana hitap ettikleri için lüzumları âşikârdır. Sabreden, zafere ulaşır. Atâlete düşen de sefaleti hak eder. Sabredenin gayrimüslim olması, atâlete düşenin de Müslüman olması, kaçınılmaz sonucu değiştirmez.

Bazen bir meselede, kelam ve kudretten gelen iki farklı kanuna bir arada riayet edilir. Kıble tayininde cep telefonundaki bir uygulamayı kullanmak buna bir misaldir.

Maddî sebepler söz konusu olduğunda insan, diliyle “bismillah” diyerek uçamaz. Yaratılış kanunlarını keşfedip Allah’ın muradına ve takdirine hürmet ederek, Sünnetullah’a uygun hareket ederek ve fiili dua yaparak, yani malzeme, aerodinamik, elektronik ve yazılım gibi alanlarda uzmanlaşarak uçmak mümkündür. Allah insanı sınayabilir, ancak insan Allah’ı imtihan edemez. Yaratılış kanunlarına uymayıp Allah’tan sonuç beklemek, O’na karşı saygısızlıktır. Ayrıca sebeplere riayet ettikten sonra, sonuçları “garantilemek” de mümkün değildir. Basit bir kesb anlamında gayret bizdendir, ama muvaffakiyet değil. Allah, sonsuz hikmetiyle dileği gibi yaratır. Hikmetine hürmet eden ve süflî beklentilere girmeyenlere semereler ihsan etmek de O’na (celle celâluhu) yakışır.

Üstad Bediüzzaman’ın üstünde durduğu dördüncü nokta ise şudur: Bir hak, potansiyel olarak kalmış olabilir; güçsüz ve layık olduğu mertebeden uzak bir hâlde bulunabilir. Posalar yüzünden saflığı fark edilmeyebilir. İşte böyle bir durumda kader, hakkı yeniden intizamlı, parlak ve saf kılmak için bâtılı ona musallat eder. Böylelikle hakkın kıymeti fark edilir, âdeta hakkın şahs-ı manevîsi silkinir, tortularından kurtulur ve durulaşır.

Maddî âlemde hedefleri yanında vesileleri hak olan, enfüste isimler yanında hakikî sıfatlar taşıyan, afakî ve enfüsî sistem ve süreçleri takdir ve tespit eden tekvinî ve kelamî kanunlara ehemmiyet veren ve riayet edenler, hakikatlerin tespit ve icrasında istikrarlı olanlar ve aktif sabır ve tevekkülle kadere hürmet edenler inayete mazhar olurlar.

Hakkı sönük göstermeye, hakikatleri gölgelemeye, insanları dünya ve âhiret saadetinden mahrum etmeye kimin hakkı olabilir? Şu anda bütün dünyada kudret ve kelam sıfatından gelen iki kitaptaki kanunlara uymak için ciddi gayret eden adanmışlar, hakları cilalamakla meşgul. Nanoteknolojiden uzay bilimlerine, veri biliminden dil bilimine, hukuktan siyer felsefesine, tasarımdan sanata kadar her alanda hakikatleri keşfeden, uygulayan, billurlaştıran ve dalga dalga yayan bu Sünnetullah mütehassıslarına, salih mâhirlere ne kadar çok ihtiyacımız var! Bu ihtiyacın karşılanması ve bunun kuru bir temenni olarak kalmaması için himmet ve gayret eden herkes muhabbete, iltifata ve teşvike layıktır.

Dipnotlar

[1] Buhârî, Cenâiz, 79; Et-Taberânî, El-Mu’cemü’l-Evsat, 6/128.

[2] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 792–793. (Lemaât’ın telif tarihi: 1921).

[3] M. Fethullah Gülen, Gurbet Ufukları (Kırık Testi-3), “Takvanın İki Buudu”, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 152.

Bu yazıyı paylaş