Bediüzzaman Said Nursî ve Heyet İçtihadı

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, çağını en iyi okuyan âlimlerdendir. Onun “Bu zaman cemaat zamanıdır.”[1] sözü zamana mührünü vuran sözlerindendir. O, tefsir başta olmak üzere dinî, idarî, içtihadî her konuda kolektif içtihatla hareket edilmesi gerektiğine inanır ve bunu şiddetle önerir.

Bediüzzaman, I. Dünya Savaşı sırasında kaleme aldığı İşârâtü’l-İ’câz adlı eserinin başında, Kur’ân tefsirinin heyet hâlinde yapılması gerektiğini ifade eder.[2] Zira bütün zamanlara ve bütün insan seviyelerine ve gruplarına Arş-ı A’lâ’dan gelen ilâhî ve evrensel bir nutuk ve genel, Rabbânî bir hitap olan Kur’ân-ı Kerim’in tam anlamıyla bilinmesi, bir şahsın veya küçük bir topluluğun ihata gücünü aşar. Kur’ân’ın ilmi her şeyi kuşatan Allah’ın (celle celâluhu) ilminden geldiğinden dolayı bütün zamanların bütün ilimlerini içine alır. Kaçınılmaz olarak zaman ve mekâna bağlı ve uzmanlık açısından yetersiz bir kişinin anlayışından çıkan bir tefsir, hakkıyla bir Kur’ân tefsiri olamaz. Aynı zamanda Kur’ân’a muhatap olan bütün milletlerin maddî ve manevî durumlarına, ilimde ulaştıkları noktalara tam vâkıf olmak, bugün bir fert için mümkün değildir. Ayrıca bir ferdin meslek ve meşrep taassubundan kurtulması çok zordur. Bir ferdin anlayışından çıkan bir yorum, kendisine has olduğundan başkalarının o yorumu kabule çağırılabilmesi için bir çeşit icmaın tasdikine mazhar olması gerekir.[3]

Bediüzzaman, bu zamanda yazılacak tefsirin ve onu yazacak yüksek heyetin özelliklerini de açıklar. Bu tefsir, Kur’ân’ın ince, derin anlamlarını, tefsirlerde dağınık bir surette bulunan en güzel yorumları ve zamanın bilimsel buluşları ile ortaya çıkan gerçekleri içinde barındırmalıdır. Bu da ancak her biri birkaç bilim dalında uzman bilim insanlarından oluşan yüksek bir heyetin çalışmasıyla mümkün olur. Heyetin gerekliliğinin aklî delillerini de zikreder Üstad Hazretleri. Kanunlar bir kişi tarafından değil yüksek bir heyetin ürünü olmalıdır ki bütün insanların itimadını kazansın ve böylelikle bir kefalet-i zımniye, yani dolaylı bir genel kabul meydana gelsin ve icma-ı millet delili elde edilebilsin.

Bediüzzaman’a göre, öncelikle müfessir yüksek bir dehâya, çok güçlü bir içtihat kabiliyetine ve kâmil bir velâyete sahip olmalıdır. Bu zamanda bu özellikler ancak yüksek ve büyük bir heyetin oluşmasıyla sağlanabilir. Ama bu heyette fikirler özgürce çarpışacak, bir ruh uyumu oluşacak ve taassuptan uzak hür fikirli bu insanlar tam bir ihlâsla çalışacaklardır. İşte ancak böyle bir şahs-ı manevî, Kur’ân’ı layıkıyla tefsir edebilir. Çünkü “Parçada bulunmayan, bütünde bulunur.” kaidesine göre fertlerde bulunmayan bu özellikler, ancak bir heyette bulunabilir.

Üstad Hazretleri tam da böyle bir heyetin oluşmasını beklerken I. Dünya Savaşı patlak verir. Beklentisi gerçekleşmez. O da vatan savunması için talebeleri ile bizzat katıldığı savaş esnasında kitaplara müracaat imkânı olmadığından kuvvetli hafızasından beslenen sünuhat-ı kalbiyesine dayanarak gelecekte oluşmasını beklediği o yüce heyete bir örnek ve kaynak olmak üzere İşârâtü’l-İ’câz adlı tefsirini kaleme almaya karar verir ve Bakara sûresinin 33. âyetine kadar tefsire muvaffak olur.[4]

Üstad, tefsir yazılmasında olduğu gibi fıkhî içtihadlarda da heyet halinde hareket edilmesi gerektiğini söyler. Bunun dinî, sosyolojik ve psikolojik gerekçelerini de belirtir. Üstad’a göre, bu zamanda içtihat etme şartlarına sahip bir fert, ancak kendisi için içtihat edebilir, ama teşri’ edemez, yani içtihadını başkalarına dayatamaz.[5] Kişinin içtihadının herkesin kabul edeceği bir kanun hükmünde olabilmesi, bir çeşit icmaya veya cumhurun kabulüne bağlıdır. Üstad bu konumdaki bir şeyhülislamın da mânen bu durumu ihraz edebileceğini söyler. Geçmiş İslamî literatüre baktığımızda göreceğimiz gibi, fetvalarda şûrâ, cumhur ve çoğunluk dikkate alınmıştır. Bu zamanda şûrâya olan ihtiyaç her zamankinden daha fazladır. Sebebini de şöyle açıklar: “Şeriat-ı garrâda daima icmâ ve rey-i cumhur medâr-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevzâ-i ârâ için böyle bir faysala lüzum-u kat’î vardır.”[6]

Görüldüğü gibi Üstad Hazretleri, bulunduğu dönemdeki usulsüz içtihatları, “fikir anarşisi” olarak tanımlamakta ve bunun toplumdaki olumsuz yansımalarına dikkat çekmektedir. Parlak ve ışıl ışıl İslam şeriatında fetvalar her zaman kolektif içtihada göre verilmiştir. Günümüzde yaşanan şartlar gereği içtihadın kolektif olması ise kaçınılmazdır.

Üstad, Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesine yakın dönemde, özellikle İstanbul’da şahit olduğu dinî yaşayıştaki gevşeklik, dinin temel esasları olan şeair-i İslamiyedeki lakaytlık ve herkesin kendine göre içtihatta bulunmasından kaynaklanan keşmekeşe çözüm olarak şeyhülislamın şûrâ ile karar alarak sözünü güçlendirmesi ve içtihat karmaşasına son vermesi teklifinde bulunur. Üstad, bu düşüncelerini yarı manzum olarak kaleme aldığı Lemeat adlı eserinde farklı bir üslupla ve biraz daha zenginleştirerek dile getirir:

“İçtihadın şartlarına sahip olan her kabiliyetli kişi, kat’i olmayan hükümlerde nefsi için içtihat eder. Kendisine lâzım olan şeyi başkalarına şart koşamaz. Ümmeti dâvet edip şer’i hüküm veremez. Anlayışı şeriattan olur ama şeriat olamaz. Müçtehit olabilir, fakat şer’i hüküm koyamaz. Çoğunluğun icmaı şeriat mührünü gösterir. Bir fikre dâvette çoğunluğun kabulü ilk şarttır. Yoksa dâvet bid’attır; reddedilir. Ağzına tıkılır; ondan bir daha çıkamaz.”[7]

Üstad Mektubat adlı eserinde, çoğunluğun onayını almayan dinî çağrının bid’at olduğunu da ekler: “Her müstaid (istidatlı) kişi, nefsi için içtihat edebilir, teşri edemez (içtihadını başkalarına dayatamaz). Bir fikre davet, cumhur-u ulemânın kabulüne vâbestedir (âlimlerin çoğunluğunun kabulü gereklidir). Yoksa davet bid’attır, reddedilir.”[8]

Üstad Hazretleri, kararların istişare heyetleri ile alınmasını dinî alanla sınırlamaz. Devlet işleri de istişare ile yürütülmelidir. Padişahın saltanatla hilâfeti birlikte temsil ettiğini, ancak saltanatı başbakanlığın, hilâfeti de din işlerine bakan meşihatın temsil ettiğini ve her ikisinde de şûrânın olması gerektiğini söyler. Böylece modern dönem demokrasilerine öncülük eder.

Üstad, Osmanlı Devleti’nin son dönem idare sistemi üzerinden şûrâ gibi dinî ve evrensel bir prensibi ayağa kaldırmak için onu mantıkî delillerle açıklayarak gelecek nesillere emanet eder: “Sadaret (hükûmet), üç önemli şûrâya bizzat istinat ediyor, yine yeterli olmuyor. Hâlbuki böyle inceleşmiş ve çoğalmış ilişkiler içinde, herkesin kendi başına çekilip yaptığı içtihatlar neticesi korkunç bir anarşi, efkâr-ı İslamiyedeki dağınıklık, fasit medeniyetin girmesiyle ahlâktaki müthiş alçalmayla beraber, meşihat kanadı bir şahsın içtihadına terk edilmiş. Fert, dış tesirlere karşı daha az dayanıklıdır. Dış etkilenmelere kapılmakla pek çok dinî hüküm terk edildi.

Hayatın basit, insanların inançlarının sağlam, dinî emirlere teslimiyetlerinin tam olduğu dönemde bile dinî işler bir şûrâ ile gerçekleşiyor, en azından içtihatlar içtihat ehliyetine sahip kadılar eliyle gerçekleşiyordu. Şimdi ise sosyal hayat çok girift hâle gelmiş, iman zayıflığından, yeterli bilgilenememeden kaynaklanan, dinin emirlerine uymada bir gevşeklik meydana gelmiş. Böyle bir zamanda bir şahıs nasıl yeterli olabilir?”[9]

Üstad, din işlerini temsil eden Meşihat-ı İslamiye gibi kurumların, yalnız İstanbul ve Osmanlılara has olmadığını, bütün İslam’a şamil bir kurum olduğunu, dolayısıyla bu sönük durumuyla, değil koca İslam dünyasının, belki yalnız İstanbul’un irşadına da kâfi gelmeyeceğini hatırlatır. Öyleyse bu kurum öyle bir duruma getirilmelidir ki İslam âlemi ona itimat edebilsin. Hem bir kaynak hem de örnek durumunu kazansın. İşte o zaman İslam âlemine karşı dinî sorumluluğunu hakkıyla yerine getirebilir.[10]

Üstad, bulunduğumuz çağın farklılığına dikkat çeker ve eski zamanda olmadığımızı hatırlatır: “Eskiden hâkim bir şahıs olur ve onun yanında bir müftü bulunurdu. O müftü onun fikrini düzeltir ve doğruya yönlendirirdi. Şimdi ise zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevidir ki şûrâlar o ruhu temsil eder. Şöyle bir hâkimin müftüsü de onun gibi olup yüksek bir ilim şûrâsından oluşan bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Ta ki sözünü o hâkime işittirebilsin ve dinî konularda onu doğru yola sevk edebilsin. Yoksa fert dâhi de olsa, cemaatin manevî gücüne karşı sivrisinek kadar kalır. Şu önemli konum, böyle sönük kalmakla, İslam’ın can damarını tehlikeye atıyor.”[11]

Görüldüğü üzere Üstad hem devlet idaresine ait işlerin hem de dinî konuların şûrâ ile, yani bir heyet nezaretinde çözülmesini özellikle bu asır için zarurî görmektedir.

Üstad’a göre, ihtiyaç her şeyin üstadıdır ve böyle bir şûrâya ihtiyaç, bu zamanda çok fazladır. Üstelik bu şûrâ, hilâfetin merkezinde kurulmazsa mutlaka başka bir yerde teşekkül edecektir. Üstad’ın teklifi de Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye’yi sıradan bir komisyon olmaktan çıkarıp Meşihat’taki dairelerin başkanlarıyla beraber şûrânın tabiî azası saymak ve âlem-i İslam’dan dinen ve ahlâken ümmetin güvenini kazanmış şimdilik yirmi kadar âlimi çağırıp bu büyük meselenin esası yapmaktır.[12]

Üstad bu düşüncelerini daha muhkem ifadelerle Münâzarât’ta dile getirir. O, fizik hâdiselerinden örnekler vererek bizi ikna eder: “Bir ince teli rüzgâr her tarafa çevirebilir. Fakat toplanıp birbirine sımsıkı bağlanmış hablü’l-metin (sağlam bir urgan) ve urvetü’l-vüskâ (en sağlam tutamak) sarsılmaz. Ümmetin icmaı, şeriatta kesin bir delildir. Cumhurun görüşü, şeriatta bir esastır. Genelin bir fikre yönelişi şeriatta muteberdir.”[13]

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, 20. yüzyılın başında “Zaman cemaat zamanıdır.” derken, cemaat hâlinde hareket etmenin; dinî, idarî, kültürel, sosyal ve bilimsel bütün alanlar için bir zorunluluk olduğunu ifade etmiştir. Diğer alanlardaki önemi inkâr edilemese de şüphesiz dinî konularda ve özellikle içtihadî konularda cemaat halinde hareket edilmediğinde, konunun insanlara vereceği zarar, sonsuz hayata da etkisi sebebiyle daha büyüktür. İslam şûrâyı emreder. Bu şûrâ emri, hayata dair konuların çok fazla girift hâle geldiği, imanın zayıfladığı ve fıkıh ahkâmına dair konuların imana dokunduğu şu ahirzamanda daha büyük bir önem kazanmıştır. Bunun farkına varan İslam dünyası; ulusal ve uluslararası heyetler, fıkıh akademileri ve din şûrâları tesis etmiştir. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin teşvikleri ile İstanbul’da Uluğ Bey Akademi ve Kongre Merkezi de dinî ve sosyal bilimler başta olmak üzere heyet halinde yapılacak ilmî faaliyetler için kurulmuştu. Binası talihsiz bir fetrete maruz kalsa da şimdilerde bu kuruma emanet edilen misyonu, kaderin sevkiyle dünyanın dört bir yanına dağılan Hizmet gönüllüleri, evrensel bir çerçeveye taşımakta ve her yerde bunun tohumlarını atmaktadır. Öyle görülüyor ki İlahî hikmet, onları bütün dünyaya ulaştırmayı murat etmiş. Allah yollarını açık etsin!

Dipnotlar

[1] Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 65.

[2] Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 1.

[3] A.g.e., s. 5.

[4] A.g.e., s. 5–6.

[5] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2013, s. 529.

[6] Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, (Risale-i Nur Külliyatı-II), İstanbul: Nesil Yayınları, 2006, s. 2048.

[7] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2013, s. 768. (Sadeleştirilerek).

[8] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 529.

[9] Nursî, Sünuhat, s. 2048. (Sadeleştirilerek).

[10] A.g.e.

[11] A.g.e. (Sadeleştirilerek).

[12] A.g.e.

[13] Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, (Asâr-ı Bediiyye), İstanbul: Envar Neşriyat, 2012, s. 241. (Sadeleştirilerek).

Bu yazıyı paylaş