Fatih…
Çocukluğumun en favori ismi… Bunun birkaç sebebi var. Birincisi doğup büyüdüğüm yer İstanbul’un Fatih ilçesi. Rahmetli babamın az uzakta bir misafirliğe gidip de ayrılma vakti geldiğinde anneme dönüp “Hanım, hadi İstanbul’a dönelim.” dediği Fatih…
“Fatih” ismini sevmemin başka bir sebebi daha var: Fethin destanlarıyla büyüyen her Türk gencinin gönlünde aslan payına sahip Fatih Sultan Mehmet. Banisi olduğu muazzam mabedin avlusundaki devasa çınarların ibadete gelenleri yüzyıllarca gölgelediği gibi, son bir iki asırdır tevarüs ettiğimiz ezilmişliği baskılamak için beş yüz yıl öncesine gidip manen gölgesine sığınma ihtiyacı hissettiğimiz Sultan Fatih.
Heybetiyle bir an evvel müteveccih olmak için Fevzipaşa Caddesi tarafından merdivenlerini hızla çıktığım muazzam Fatih Camii… Küçük bir çocuğu bile büyüleyen bir mabet idi bu ecdat yadigârı. Çocukluk işte… O muhteşem uhrevî yapıyı bir miktar süzdükten sonra, cenazelerin teşyi edildiği kıble tarafına yönelir, birkaç nefeste üç İhlas bir Fatiha okuyup Sultan Fatih’in ruhuna hediye ettikten sonra türbesinin önünden caminin Haliç tarafına bakan avlusuna koşardık. Kalabalığa ve bastonunu kaldırıp bize bağıran yaşlı dedelere aldırmadan top oynadığımız Fatih Camii… Vefat eden akraba ve ahbabımızın neredeyse tamamını dâr-ı bekâya uğurladığımız ve son altı yıldır babamın cenaze merasimi de dahil olmak üzere hiçbirinde hazır bulunamadığım Fatih Camii… Ayrıca ismimi unutan hemen hemen herkes beni “Fatih” diye çağırırdı, ne hikmetse…
Şimdi geriye dönüp bakınca, yukarıdakileri gölgede bırakan ve hayatıma gerçek yönünü veren asıl başka bir Fatih vardı ki yedi yıl boyunca kapısından içeri girdiğim ve bugün hep hayırla yâd ettiğim okulun adı. Şimdilerde kimlerin gaspıyla, kimlere peşkeş çekildiğini bilemediğim Fatih Koleji…
Fatih Kolejinin adını ilk kez benden bir yaş büyük olan mahalle arkadaşım Cüneyt’in ilkokulun ardından girilen Anadolu Lisesi sınavını kazanmasıyla duymuştum. Çok sevdiğim bir arkadaşım olduğu için ben de bu okula gitmeyi kafama koydum. Bütün niyetim Cüneyt’le daha çok vakit geçirebilmekti. Sınavın neticesi geldiğinde dünyalar benim olmuştu. Artık, Fatihli oluşum, aynı isimli bir okulun öğrencisi olarak katmerleşmişti. Fatih semtinin çocuğu, Fatih Kolejinin öğrencisi… Ha bir de Balkan göçmeni olduğumuz için evlad-ı Fatihan…
İnsan doğup büyüdüğü yerlerin gerçek değerini içinde yaşarken pek de takdir edemiyor. Bu sebepten olsa gerek, Fatih’in şuurlu sakinlerine sanki zaman tünelinde yaşıyorlarmış hissini veren havasını artık fizikî olarak değil ruhen sakini olduğum şu son yıllarda daha çok hissediyorum. Fatih, yakın tarihte geçirdiği kentsel dönüşümlere (“kültürel katliamlara” demek daha mı doğru olurdu?) rağmen neredeyse adım başı bir tarihî abideyle arzıendam eder ve aslî kimliğini hatırlatır gelip geçenlere. Yedi yıl boyunca koleje her gidiş gelişim böyle bir zaman tünelinden geçiş gibiymiş aslında. Yıllar sonra geriye dönüp bakınca, o tarihî derinlik daha bir belirginleşiyor hafızamda.
Evimiz Yavuzselim semtindeydi. Kolej, yürüyerek 20 dakika kadar uzaklıkta bulunan, ama daha önce hiç gittiğimi hatırlamadığım, Draman semtindeydi. Eve yakın olması da aileme cazip gelmişti. Koleje giderken izlediğimiz güzergâh, tarihle günümüzün iç içe geçtiği dokularla doluydu: Akşemseddin Caddesinden Mesih Ali Paşa Camii tarafına doğru, sola dönersiniz. Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek hırkasını ağırlayan Hırka-ı Şerif Camiinin arkasından, gelinlik mağazaları ve cıvıl cıvıl ticarî hayatıyla Atikali’ye, oradan Fevzi Paşa Caddesini geride bırakıp yokuş yukarı Çarşamba’ya çıkarsınız. Çukurbostan’a gelmeden önce, Türkan Şoray, Gülşen Bubikoğlu, Melihat Gülses gibi birçok meşhur ismin mezun olduğu Fatih Kız Lisesinden sola dönüp Darüşşafaka Caddesinin birden daraldığı İsmailağa Camii semtine girersiniz. Girer girmez de Pennsylvania’daki Amişleri ilk kez görenlerin yaşadığına benzer bir şekilde, zamanda birkaç asır öncesine ışınlanmış gibi hissedersiniz!
Daracık cadde ve sokakların arasından Draman’a doğru bir müddet daha ilerledikten sonra ulaşılırdı koleje. Kız lisesinden sola dönmeyip Balat’a inerseniz, başta Fener Rum Patrikhanesi olmak üzere çok sayıda kilise ve İstanbul’un fazlasıyla unutulmuş ve ihmal edilmiş tarihiyle karşılaşırsınız. Sahil boyunca sıralanmış tarihî işkembeciler hâlâ ayaktadır. Kısacası, tarihî surlar içindeki bu bölgede dolaşırken kılık kıyafete fazlasıyla akseden yorumlarıyla birlikte İslam’ı ve Ortodoks Hristiyanlığı, tarihi olarak fetih öncesi Bizans’ı, zihniyet olarak samimi ve masum dindarlıkla taassubu aynı anda görebilmek mümkündür. Herkesin aradığı ne ise onu bulabildiği bambaşka bir dünyadır burası. İlim ve irfan arayanların ve bu arayışı yaparken o daracık sokakları aşarak dünyaya yelken açma azminde olanların da bir adresi vardı: Fatih Koleji.
“Kolej”
“Kolej”, 1960’lardan itibaren mantar gibi çoğalan apartmanların arasında var olmaya çalışan Fatih gibi semtlerin zihniyet mücadelesi ve kimlik arayışındaki sakinleri için fazlasıyla yeni bir kelimeydi 1980’li yıllarda… Bu kelimenin ardındaki vizyon, resmiyetteki adıyla Özel Fatih Erkek Lisesi (ÖFEL) için öyle bir atmosfer sağlıyordu ki doğalgaz henüz gelmediği için üst üste yığılı binalardan çıkıp bu basık semtin üzerine kümelenen kömür dumanı ve henüz temizlenmemiş Haliç’in septik kokusu dahi nüfuz edemiyordu kampüsüne. Kapısından giren herkes bir manyetizmanın etkisi altına girer, kendini bir anda bambaşka ufuklarda bulurdu.
Özel okulların yeni yeni ortaya çıkmaya başladığı o dönemlerde Fatih Koleji, kulağa İstanbul Erkek, Kadıköy Anadolu, Robert gibi havalı gelmese de bu elit okulların çok daha ötesinde, köklü bir mirasa, ruha ve vizyona sahip olduğunu hemen hissettirirdi.
Büyük bir binamız vardı; eski Doğu Bloku ülkelerindeki yekpare apartman komplekslerini andıran, kuşbakışı bakıldığında “U” harfi şeklinde bir binaydı. Duvarlarındaki bazı delik ve hasarlı yerlerin, 1970’li yıllardaki anarşi döneminden kaldığı anlatılırdı. Büyük asfalt bahçe ve binanın ortasındaki avlu, merasimlerle birlikte beden derslerinin de yapıldığı, teneffüslerde ise gazoz kapağı ya da bantla yumak hâle getirdiğimiz kâğıt gibi her malzemeyi top niyetine kullanıp deşarj olduğumuz yerlerdi.
Okula cazibesini veren, günümüzde çok da bir hususiyet arz etmeyen bu mimarî özellikleri değildi. Müstahdeminden belletmenine, öğretmen ve idarecilerine kadar okuldaki her görevli, bize öyle bir nazarla bakarlardı ki sanki bu insanlar bir ömür boyu yolumuzu gözlemişler gibi bir hisse kapılırdık. Asil duruşu ve beyefendiliğiyle tanıdığımız okul müdürümüz Mustafa Bey, her cuma günü okul bahçesindeki merasimde “Bizim için her biriniz bir pırlantasınız.” der ve bizi evlerimize hoş sözlerle uğurlardı. Elbette herkesin alâkasını ve sevgisini gösterme yöntemi farklıdır; nitekim her öğretmenimiz ve idarecimiz, Mustafa Hoca gibi “cemalî” değildi, kimisi de “celalî” meşrepti. Ancak en sert mizaçlılarının bile nazarları hep ufukta, gönüllerinde de bir “Altın Nesil” intizarı vardı.
Sonuçta burası bir “erkek” lisesiydi; çocukluktan ergenliğe geçişin en hararetli dönemlerinin yaşandığı bu yıllarda belli bir disiplinin temin edilmesi elbette gerekliydi. Bu hususta “iyi polis, kötü polis” rollerini üstlenmek zorunda kalan bazı hocalarımız olmuş olsa da disiplini sağlayan esas unsur “edep kültürü”nün okula hâkim olmasıydı. Okula başladığımız ilk gün, sınıf öğretmenimiz çantasını masaya koymuş, içinden bir davul sopası çıkarıp çantanın kapağı açık kalsın diye dayamıştı. Öğretmenimizin gerçek niyetini bilemiyorum; sopanın bütün fonksiyonu çantanın kapağını açık tutmaktı belki de! Ancak, bu kadarcık bir davranış bile 11 yaşındaki bizler için yetmiş de artmıştı. Günümüz şartlarında bu sembolik davranış tenkit edilebilir, ama hocamızın o sopasını kullandığını ne gören ne de duyan oldu.
Bu edep kültürünün önemli bir ayağı da “abi” anlayışıydı. Üst sınıflardakiler, sadece bir yaş bile büyük olsalar, alttakilerin abileriydi. Şimdi bile bizden bir iki yaş büyük olan mezun arkadaşlara denk gelsem, onlara “abi” demekten kendimi alamıyorum. Bu anlayış sayesinde başka liselerde görülen kavgalara, gürültülere bizim kolejde pek rastlanmazdı. Çünkü bu anlayış, öğretmenlerin ve belletmenlerin rehberliğinde, bir sıyanet serası oluşturuyor ve öğrencilere kendi aralarında bir kontrol mekanizması sağlıyordu. Yüzlerce öğrencinin bir arada bulunduğu bir ortamda elbette zaman zaman bazı problemler çıkıyordu; ancak bunlar istisnaî idi ve başka okullara göre dikkate değmeyecek miktardaydı. Mesela merhum Hacı Kemal Erimez Abimiz, Kolejin başka okullardan farkını göstermek için, yanında getirdiği bütün heyetlere sıraların üzerini iftiharla gösterirdi. Çünkü eskiden Türkiye’de çoğu okulda sıraların üstü karalama defterinden farksızdı; ama Kolejde bir çizik bile bulmak neredeyse mümkün değildi.
Bu yazı sadece bir girizgâh; Fatih Koleji hakkında yazılacak hususlar, hatıralar çok fazla: Biz öğrencilerini neredeyse kendi öz ailesinden daha çok seven ve onlara alâka gösteren, benim gözümde her biri birer manevî abide olan, şimdilerde bazıları dâr-ı bekâda, bazıları zindanda, bazıları gurbette olan genç ve idealist eğitim kadrosu, “Türkiye için dünyayla yarışıyor.” vizyonu, nice kutluların teşrifiyle şenlenen, her biri birer ışık ev olan misafirhaneleriyle âdeta bir mabede dönen kampüsü, olimpiyat ve üniversite giriş dereceleriyle en önde bir bilim yuvası olması ve mezun olur olmaz değişik hizmetlerde vazife alan mezunları… Bunların her birini erbabının yazacağı başka yazılara havale ediyoruz.
Fatih Camiinin devasa çınarları artık yok. O çınarları doğrayan balta, insanımıza gölgelik yapıp bir nebze nefes aldırmış olan Fatih Koleji ve ülkemizdeki diğer bütün mübarek Hizmet müesseselerini de doğradı. Mekân ve objelerin, hafızalara ve gönüllere kazınan derin kodları mevcuttur. Ancak o baltanın sapını tutan ve itibarını saray ve köşklerle ölçen maddeperest elin kavrayamayacağı hakikat şudur: Hizmet, binalardan öte bir şuurdur; ağaçlarını kesebilir, kurumlarını yıkabilirsiniz. Balta zahirde keser, ama vurduğu her darbeyle o ağacın tohumlarını dünyaya saçar. Sonra o tohumlar, Hizmet şuuruyla, her türlü mekân ve zamandan Münezzeh Olan’a (celle celâluhu) tam teslimiyetle ve “Fatihler”e vefa hissiyle, iklim neye elverişliyse, bazen altında herkesin gölgelendiği bir çınar, bazen ucu arşa değen bir servi, bazen de kokusu bütün insanlığı büyüleyen Muhammedî (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gül olarak yine tezahür eder… Eder de eder… Eder de eder…