Asırlar başkalaştıkça insanların ve toplumların problemleri de çeşitlenerek çoğalıyor. Modern Çağ, bir taraftan imkânları çoğaltıp günlük hayatı kolaylaştırırken diğer yandan kendine has sıkıntılar üretmiştir.
Modern olmak, çağı yakalamak, modernizm gibi kelimeler kulağa çok hoş gelse de insan ruhunu ve metafiziği ihmal üzerine kurulmuş bir sistem, insanlığın bütün ihtiyaçlarını karşılamaktan âcizdir.
Modernite ya da modernizm, bir tarih aralığına ve vetireye verilen ad olsa da tanımı ve unsurlarının ne olduğu açık değildir, dolayısıyla kavramın diğer modern olgular gibi kesin ve herkes tarafından itirazsız kabul edilen bir tarifi olmadığı için, onu her fert kendi dünya görüşüne göre algılar. Latince “modernus” kelimesinden türetilen “modern” kelimesi, Habermas’ın tespitine göre, terim olarak tarihte belki de ilk defa beşinci asrın sonlarında, Hristiyanlığın hâkim olduğu dönemi; geçmişten, yani putperest Romalılar döneminden ayırmak için kullanılmıştır.[1]
Geleneksel olandan farklılaşmaya işaret eden[2] modernitenin mayası akılcılıktır yani rasyonalitedir. Kökenlerini Grek Aydınlanmasına dek dayandırabileceğimiz rasyonalite ve akıl ideası; Rönesans, Reform, bilimsel buluşlar, coğrafî keşifler ve genel olarak Aydınlanma ile tekrar ele alınmış ve yeni çağ bu temelde yeniden düzenlenmiştir. İlmin bu derece gelişmesi ve medeniyet teşekkül etmesi küçümsenecek bir realite değildir. Allah’ın (celle celâluhu) yaratılışa koyduğu küllî kaideler ve kanunlar, modern bilimler ve akılla keşfedilmiş ve medeniyet yolu bu tuğlalarla döşenmiştir. Ancak aklın bu başarısı âdeta onu kutsamış ve bütün problemleri çözebileceği ön kabulünü oluşturmuştur.
Modernizme en esaslı eleştirileri getiren, Frankfurt Okulunun önde gelen düşünürlerinden Theodor W. Adorno (1903–1969), aklın bu derece öne çıkarılması, hatta kutsanması (vahyin ve dinin yok sayılması) ile ilgili özetle şunları söylemektedir: “Orta Çağ’da ruhaniliğin yozlaşması akılla aşılmış ancak aklın aşırı yüceltilmesi, doğadan ve duygularından arınık daha barbar bir insan tipini yaratmıştır. Aklın yozlaşması üretim sistemi olan kapitalizmi, siyasi alanda faşizmi, bilimsel alanda pozitivizmi, tüketim alanında ise kitle kültürüne bağlı hoyratça tüketerek kendini yok eden bir sistemin oluşumunu beraberinde getirmiştir.”[3]
Modernite; vahyi, yani dinleri ve metafiziği yok saymış, vahiyle elde edilen bilgi ve dinlerin tesiriyle yapılan düzenlemeleri ve gelişmeleri, esasına bakmadan âdeta usulden reddetmiştir. Bir kısım akılcılar ise dini, insanların zihinlerine geçirilen demir kafes olarak görmüşlerdir. Bu anlamda modernlik; bir kopuş, bir rasyonelleşme olduğu kadar bir sekülerleşme ve laikleşmedir[4] denilmiştir.
Modernite, aklın iktidarında kalbi ve maneviyatı inkâr etmiş ve aklı göze ve görülene indirgemiştir. Modernizm ve üzerine bina edildiği pozitivizm (sadece maddî gerçeklere dayalı bilim anlayışı) dinle ilgili bütün realitelere savaş açmıştır. Aydınlanma, iradeyi Tanrı’dan alarak (!) insan aklına vermiş; bir başka deyişle toplumsal olanı, müteal (aşkın) olandan dünyevî olana aktarmıştır.[5]
Bu noktada (Türkiye örneğinde olduğu gibi) bilimin rasyonalitesi akılla özdeşleştirilmiş; bilimsel rasyonalitelerin dışında başka rasyonaliteler bütünüyle akıl dışı sayılmış ve din, bilim dışı olduğu için rasyonel olarak görülmemiştir.[6]
Pozitivizmin, dini hayattan bu kadar tecrit etmesinde, onu sosyal hayatta etkisiz hâle getirmesinde, bu derece tesirli olmasında ve köklü paradigma değişiklikleri yapmasındaki temel sebeplerden birinin Orta Çağ’da Hristiyanlığın içinde bulunduğu skolastik ortam olduğu söylenebilir. İlim o devirde kilise mahzenlerine hapsedilmiştir. Muharref bir din ve bu din (kutsal) üzerinden kurulan şebekenin çökmesiyle Avrupa, modern bilimlerde ciddi mesafe katetmiş, Necip Fazıl’ın ifadesiyle, maddeyi hallaç pamuğu gibi atmıştır, ancak manevî yönü eksik bir medeniyet inşa etmiştir.
Modernite ferdin sınırsız özgürlüğüne dayanan bir sosyal yapı kurgulamıştır. Kendince din, akla sınırlar çizen, onu bir alana hapseden dogmalar bütünü olduğundan aklın kanatlanması için önce bu kafesten kurtulmalıdır. Peki akla sınırsız bir hürriyet vererek manevî olandan “dogma” diye uzaklaştırılan insan daha mutlu ve toplum daha huzurlu olabilmiş midir? Kökleri ile alâkasını kesen insanlık, geleceğine umutla mı bakmaktadır?
İnsan psikososyal, rasyonel ve ahlakî bir bütündür. Ona rehberlik edebilecek bilgi sistemi, onu bütün boyutlarıyla kuşatıcı olmalı, sadece maddî dünyasını mamur etmekle kalmamalı, aynı zamanda manevî dünyasını da aydınlatmalıdır. İnsanın bir başka boyutu da sosyal olmasıdır. Dolayısıyla, toplumun diğer fertleriyle sağlıklı bir ilişki geliştirmesini sağlayacak kurallara ihtiyacı vardır. İnsan sosyal bir varlık olduğu gibi, aynı zamanda dinî ve ahlakî bir varlıktır; ona rehberlik edecek bilgi sistemi, ahlak ve maneviyatı da muhtevi olmalıdır.[7]
Modernitenin insanlığa kazandırdığı çok şey olsa da vadettiği huzuru temin edememiştir. Bunun en önemli sebebinin, dinin kuşatıcı iklimini reddetmesi ve böylece akıl (ilim) ile insanın/toplumun bütün problemlerini çözebileceğini zannetmesi ve insanı bir bütün olarak ele almaması olduğu söylenebilir.
Bu noktada geleneksel ve dinî olanı hesaba katmayan hiçbir çözümün işlemediğini söylemek doğru olacaktır. O hâlde çözüm; epistemolojik alanda, geleneksel ve dinî olanı esas alan ve çağa uygun modern bilgi üretme ve uygulama modelleri, ilmî yorumlama tarzları ve disiplinler; sosyal alanda, sosyal realiteyi yeniden inşa edecek ve dini hayata dahil edecek yeni sosyal oluşumlar; kurumsal alanda, tarihî ve dinî olandan mülhem, özü ve formu, dinî prensiplere sırt çevirmeyen, fakat çağı, dolayısıyla modern dünyayı muhatap alan ekonomik ve sosyal kurumlar inşa etmek olmalıdır.[8]
Gelenek ve Modernite Arasındaki Köprü: Hizmet Hareketi
Hizmet Hareketi’nin bu inşayı başardığı, en azından bir model oluşturduğu ve bu yönde hayli mesafe katettiği söylenebilir. Yukarıda modernite ile ilgili yapılan eleştiriler ve bunlara Hizmet Hareketi’nin geliştirdiği çözümler şüphesiz birçok açıdan ele alınıp kitaplar yazılacak genişliktedir.
Enes Ergene, Geleneğin Modern Çağa Tanıklığı adlı eserinde Hizmet Hareketi’nin salt dinî bir hareket olduğu tarzındaki nitelemelere karşı, üçlü bir tasnif yapar: “Sosyolojik, kültürel ve dinî” şeklindeki bu tasnifle esasında, hareketin bilinen dinî kimliğinin yanında, sosyokültürel kimliği ve söylemi de vardır. Şüphesiz hareketin dinî bir kimliği vardır, ama dünya coğrafyasında, küresel çapta edindiği yapısal niteliklere baktığımızda, geniş bir sosyokültürel kimliğe ve vizyona da sahip olduğunu görürüz.
Türkler İslam’la buluşmasından sonra bu topraklarda yumuşak ve insanî bir anlayış sergilediler. Zira diyalog ve hoşgörü projesinin tarihsel referansı, Anadolu’daki ilk Müslüman Türk sûfî hareketinin “insan ve yaratılana saygı” temelinde geliştirdiği hoşgörülü İslamî sentezdir. Şüphesiz sûfî hareket, İslam’ın ilk asırlarına kadar uzanan ve farklı zamanlarda, farklı siyasî ve toplumsal şartlarda, farklı kurumsal biçimler üreten, geniş ve kadim bir harekettir, ama Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yorumu, bu topraklarda bin yıldır üretilen sosyal doku ile daha uyumludur.
Hizmet Hareketi; dâhilî ve manevî dinamikleri, “kadîm sûfî bir geleneğin, çağdaş toplum şartlarıyla uyumlu bir yeniden üretimidir.”[9]
Motivasyonunu dinden alan ve mârûz kaldığı zulme rağmen hukuk dışına çıkmadan faaliyetlerini sürdüren Hizmet Hareketi, gelenek ve modernite arasına sıkışmış İslam âlemi için bir model olabilir. Hatta dinin sosyal hayattan tecrit edilmesine bir çözüm bulamayan sair dinler için de örnek teşkil edebilir. Hizmet Hareketi kaynakları itibarıyla geleneğe sıkı sıkıya bağlı, ama modern gelişmelere ayak uydurmuş, neşet ettiği çağı okumuş, ilmî gelişmeleri yakından takip ederek nev’i şahsına münhasır bir tarz geliştirmiştir. Okulları, rehberlik anlayışı, diyalog kültürü, medyası ve Hareket’in en uzun soluklu yayın organı Sızıntı (şimdilerde Çağlayan) dergisine bakıldığında din ile ilmin, gelenek ile modernitenin, bir vâhidin iki yüzü gibi omuz omuza verdiği açıkça görülür. Hizmet okullarının bilim olimpiyatlarındaki başarısı ise gelenek ile modernitenin, din ile bilimin sentezine başarılı bir örnektir.
“Gönüllüler Hareketi” olarak da adlandırılan Hizmet, “ibnü’z-zaman” olarak sosyal hayatta etkisini artırınca, gelenekten beslenen, ancak çağa ayak uyduramayan radikal Müslümanlar tarafından eleştirilmiş, fazla seküler olmakla suçlanmış, hatta dinden çıkmakla itham edilmiştir. Aynı hareket, İslamî kaynaklara fazlaca atıfta bulunması, hatta banisinin bir imam ve klasik medrese eğitimi almasından dolayı da laik kesim tarafından “Ülkeye şeriatı getirecekler.” diyerek aşırı dindar bulunmuştur. Zihinlere giydirilen deli gömlekleri olan “izm”lerle ifrat ve tefrit vadilerinde sürüklenen toplum içinde, Hizmet Hareketi makul olanı ve vasatı yakalamış, yıllarca birbirine düşman nazarıyla bakmış aşırı uçları Abant Platformu gibi organizasyonlarla aynı masada, asgarî müştereklerde bir araya getirmeyi başarmış ve yeni bir gelecek inşası adına ümit olmuştur. Şüphesiz ki bu başarısının temelimde dinî referansları esas almakla birlikte modern çağın gereklerine uygun hareket etme kabiliyeti geliştirmiş olması yatmaktadır. Vicdanın ziyası olan dinî ilimleri ve aklın nuru olan modern bilimleri mezcedip bunları müesseseleştirerek sevgi ve hoşgörü mayalı, eşsiz bir tarz ortaya koymuştur.
Fethullah Gülen Hocaefendi din ile ilmin arasındaki yakın ilişkiye dikkat çekerek Hizmet’in genel hareket tarzını ve rotasını şu paragrafla ortaya koyar:
“Hakikat sevgisinin bir yanını ilim, diğer yanını da din teşkil eder. Evet, insanın idrak ve şuuruyla varlık arasındaki münasebet ve alâkanın bir tarafında hakikati keşif ve tespit, öbür tarafında da ona karşı belirlenecek tavır söz konusudur. Birinci hususu, dinin bilgi kaynakları da dâhil ilim takip eder. İkinci hususu ise din belirler. Temelinde varlığın tahlil ve izahı, hakikat keşfetme aşk ve iştiyakı olmayan ilim kördür ve onun tespitleri de çelişkiden hâlî değildir.”[10]
Evet, neden din ve ilim omuz omuza vererek çağın problemlerini çözme adına birlikte yol almasınlar? Çağın ilmî gelişmelerinden istifade ederek örnekleri kendinden bir hareket ortaya koyan Hizmet, sadece teoride değil pratikte de modernitenin eleştirildiği noktalara, geliştirdiği sosyal projelerle çözümler üretebilmiş ve insanî değerleri merkeze alan “yeni bir dünya” kurulması adına gayret sarf etmektedir.
İnsanlığın akıl kalb bütünlüğünü yakalaması ve böylece ruh ufkuna yürümesi dileklerimizle…
Dipnotlar
[1] Adnan Aslan, Din Felsefesine Giriş, İstanbul: Ufuk Kitapları, 2015, s. 36.
[2] Pelin Önder Erol, “Modernite Projesinin Kökenleri, Dinamikleri ve Sonu”, Sosyoloji Dergisi, sayı: 33, 2016, s. 64.
[3] Sevra Fırıncıoğulları, “Modernizme Çok Yönlü Bir Eleştiri ve Frankfurt Okulu”, Karadeniz, sayı: 37, 2018, s. 59.
[4] Erkan Perşembe, “Modernlı̇k ve Postmodernlı̇kte Din Problemi̇”, On Dokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 14–15, 2003, s. 162.
[5] Erol, a.g.e., s. 52.
[6] Hilmi Yavuz, Alafrangalığın Tarihi, İstanbul: Timaş, 2010, s. 119.
[7] Aslan, a.g.e., s. 108.
[8] Adnan Aslan, “Din ve Modernite”, dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=7878
[9] M. Enes Ergene, Geleneğin Modern Çağa Tanıklığı, İstanbul: Yeni Akademi Yayınları, 2006, s. 17.
[10] M. Fethullah Gülen, “Din Ufku”, Sızıntı, Kasım 1997, cilt 19, sayı 226, fgulen.com/tr/eserleri/isigin-gorundugu-ufuk/din-ufku