Sevgi ne efsun bir kelime… Şayet zerresi düşerse herhangi bir yere, öyle boyar ki rengine, ondan başkasına lâl olur o yer ve kapatır gözlerini her şeye. Hele ki bu sevgi, Hak Teâlâ (celle celâluhu) ile adı yan yana yazılan zata, yani Peygamber-i zîşâna (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı ise… İşte o zaman onun adı da vasfı da bambaşka bir hâl alır, kutsî bir kelimeyle anılır. Peki, Hâtemü’l-Enbiyanın adı Hâlık-ı kâinatın adıyla nasıl anılır?
Hazreti Peygamber’in mübarek adı, en başta Mushaf-ı Şerif olmak üzere bütün virdlerin şahı olan kelime-i tevhid ve kelime-i şehadet ile asırlardır dillerden düşmez âdeta. Semayı kuşatan ezanlarda, müminin miracı namazlarda ve duaları süsleyen salavatlarda aralıksız anılır durur. Tıpkı Şeyh Gâlib’in naatında dile getirdiği gibi:
“Esmâ-i Şerîfin anılır arz u semâda
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim”
O öyle bir şandır ki adı daha doğmadan ulaşmıştır aslında cihana ve hatta cennetler yurduna. Rivayete göre, Hazreti Âdem, zelleye mârûz kaldığı zaman, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) adını anarak Yüce Allah’tan af diler. Allah (celle celâluhu), Hazreti Âdem’e (aleyhisselâm) daha yaratılmamışken Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) adını nereden bildiğini sorar. Hazreti Âdem, Allah Teâlâ’nın kendisine ruh üflediğinde, arşın sütunlarında “Lâ ilâhe illallah, Muhammedurresûlullah” ibaresini gördüğünü ve adını kendi adının yanına yazdığı zatın, yaratılmışların arasında Allah’a en sevgili olacağını söyler. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ey Âdem, doğru söyledin; hiç şüphesiz yarattıklarımdan bana en sevimli olan O’dur. O’nun hakkı için istediğinden ötürü seni bağışladım. Bilesin ki eğer o olmasaydı, seni yaratmazdım.”[1]
O hâlde bütün âlemlerin hatırına yaratıldığı Allah Resûlü’nün güzelliği ne ile bilinir ve sevgisi gönüllerde nasıl yaşanır?
O’nun güzelliğini dile getirmek kolay değildir elbette. Kutlu doğumundan günümüze değin, göklerde ve yerde en güzel ne varsa onlarla vasfedilmiştir, adı güzel kendi güzel Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem): Ayın on dördü, gül, güneş, inci tanesi… Mesela Süleyman Çelebi, Mevlid-i Şerif’inin “Veladet Bahri”nde nur, inci tanesi ve güneş pervanesi demiştir sevgili Peygamberimiz için:
“Âmine Hâtun Muhammed ânesi
Ol sadeften doğdu ol dür dânesi
…
Dedi gördüm ol Habîbin ânesi
Bir acep nûr kim güneş pervânesi”
Yalnız Vesîletü’n-Necât şairiyle sınırlı kalmamıştır elbette en güzel benzetmelerle methetmek Efendiler Efendisi’ni (sallallâhu aleyhi ve sellem). O, edebiyatımızda nisan yağmurlarından oluşan ve dürr-i yetîm, dürr-i yektâ, dürr-i şehvâr gibi isimlerle anılan nadide bir inci olarak tasvir edilir. Fuzûlî, Türk edebiyatının en güzide naatlarından biri olan Su Kasidesi’nin;
“Seyyid-i nev’-i beşer deryâ-yı dürr-i ıstıfâ
Kim sepipdir mu’cizâtı âteş-i eşrâre su” mısralarında Hazreti Peygamber’in mucizelerinin kötülerin ateşine su serptiğini dile getirirken “İnsanlığın Efendisi”, “Seçkin İncilerin Denizi” diye medh ü senada bulunur.
Göklerde gıptayla anılan Allah Resûlü’nün kutlu doğumundan bu yana, durmaksızın nur yağar cihanın dört bir yanına. Böylece O’nun Hazreti Âdem’le başlayan sevgisi, en nezih gönüllerde hiç sönmeyen bir yıldız gibi parlar durur.
O parıltının iklimini ilk soluklayanlardandır sadakat timsali Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh). Hemen ardından Çihâr Yâr-i Güzin’in diğer mübarek isimleri, Peygamber sevgisiyle donanmış ömürlerin nuranî çehreleridir. Sonra başta pak ve nezih zevceleri olmak üzere saadet asrının bütün yıldızları… “Hatice’nin goncası, Aişe’nin gülü”dür O (sallallâhu aleyhi ve sellem). Hazreti Fâtıma ve diğer evlatlarının biricik babaları, torunlarının sevgili dedeleridir. Ne kutludur Peygamber sevgisi ki onun adının anıldığı her şey bir başka güzelleşmiştir. Medh-i Nebevî’ye mazhar olan şairlerin şiirleri de öyledir kuşkusuz. Hazreti Peygamber’in şairi Hassan b. Sâbit (radıyallâhu anh) bunu ne güzel ifade etmiştir: “Ben sözlerimle Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) övmüş olmadım; aslında sözlerimi Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile övmüş ve güzelleştirmiş oldum.”
Sadece adı geçen güzide isimler midir Peygamber âşıkları? O, kendisine hayran nice gönüllerin aziz konuğu olmamış mıdır? Binlerce gül yüzlü âşığının rüyalarına girmiş, birçoklarının da hülyalarını süslememiş midir? Hatta bir hurma kütüğü dahi o güzide halkada yerini almakla şereflenmiştir.
İlk zamanlarda minbersiz olan Mescid-i Nebevî’de Hazreti Peygamber’in hutbe îrâd ederken dayandığı kuru bir hurma kütüğü vardır. Bir müddet sonra, Ashâb-ı Kirâm’ın isteğiyle mescide üç basamaklı bir minber yapılır ve bundan sonra Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) buradan insanlara hitap etmeye başlar. Bu esnada hurma kütüğünden deve ağlayışını andıran acı sesler ve ağlamalar duyulur. Hurma kütüğü, Efendimiz minberden inip de yanına gidince ve elini üzerine koyup okşayınca susar. Hazreti Peygamber onun bu hâline dair şöyle buyurur: “Eğer, ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, Resûlullah’ın ayrılığından kıyamete kadar ağlaması böyle devam edecekti.”
Sevgili Peygamberimizin övgüsünü yansıtan şiirler Saadet Asrına münhasır değildir elbette. Yüzyıllar boyunca şiirlerin mısralarına Nebî medhiyeleri dizilmiş; naatlar, mevlitler, hilyeler ve ilahiler; edebiyat kitaplığının en seçkin türleri olmuşlardır. Yunus Emre’den Fuzûlî’ye, Nâbî’den Şeyh Gâlib’e kadar bütün büyük şairlerin unutulmaz naatları, Peygamber sevgisini, çağları aşan bir boyutta temsil etmişlerdir.
Naatlarda Peygamber âşıklarının bir nebze de olsa gönül hâllerini sezmek mümkündür. Onların her birinin en büyük derdi Yunus Emre misali O’nun izini bulmak, ayağının tozunu yüzlerine sürmek ve hiç olmazsa rüyalarını O’nunla süslemektir:
“Arayı arayı bulsam izini,
İzinin tozuna sürsem yüzümü…”
Zira onlar, içlerinde Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) aşkıyla yanan sineler taşırlar da aşkına kanamazlar, yandıkça yanmak isterler:
“Aşkın ile âşıklar yansın yâ Resûlallah
İçip aşkın şarabın kansın yâ Resûlallah”
O kadar ki Peygamber âşıkları için O’nunla bir anlık vuslat dünyalara tercih edilesi bir lütuftur. Bu aşk, Ali Ulvi Kurucu’nun şu naatında da derinden hissedilir:
“Doğ kalbime bir lâhzacık ey Nur-i dilârâ,
Nûrun ki; gönül derdime dermandır Efendim…”
Yaman Dede’nin de Peygamber aşkı, “Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Resûlallah” mısraıyla başlayan naatının her kelimesinde sezilir. Bu Peygamber âşığı ki şiirinin her nakarat dizesini, hasretini dindirecek bir deva niyazıyla taçlandırır:
“Cemalinle ferahnâk et ki yandım yâ Resûlallah.”
Peygamber âşıkları En Sevgili’nin güzelliğine meftun olmasalar elbet dilemezlerdi O’nunla (sallallâhu aleyhi ve sellem) hemhâl olmayı. Bunu Balıkesirli Zâtî de duymuş olmalı ki ayın ikiye yarılışını Hazreti Peygamber’in güzelliğine bağlamıştır:
“Yûsuf u gerçi görenler ellerini kesdiler
Gün yüzün gördü senin şakk oldu ayın âyesi”
Ancak sıradan değildir Peygamber’e duyulan, için için yaşanılan muhabbet. İnsanın ruh dünyasına çeki düzen verir o ve sahibini bir edep abidesine dönüştürür… Urfalı Nâbî de Sevgilinin köyüne varınca edebe aykırı her hâle başkaldırmış ve hatırlardan silinmeyen şu mısralarını irticalen söyleyivermiş:
“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdur bu
Nazargâh-ı İlâhîdür makâm-ı Mustafâdur bu”
Bu ne ululuk ne edeptir! Onu seven her ruh uludur esasen. O kadar ki cemalinin nurundan zerre de nasiplendiyse bir kul, kapısının kulu kölesi kesilir. Kırık Mızrap şairi bu minvalde öyle dokunur ki bam teline, yürekleri ihtizaza getirir:
“Cemâlin pertevinden zerre şevk alan billâh,
Kapının ayrılmaz kuludur Yâ Resûlallâh!”
Ne dense ne yazılsa O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) dair azdır, yetersizdir; ne kadar methedilse sezadır. O’nun Hak katındaki değeri o kadar yücedir ki diller ebkem kesilir hayretinden çoğu zaman, kalemler âciz kalır yazmaktan. Şeref Hanım’ın itirafına katılır belki de her dil o an:
“Senin evsâfını kabil midir etmek Şeref ifa
Ne çâre elde yoktur ihtiyarım yâ Resûlallah”
Hakk’a giden bütün yollar O’ndan geçer hâsılı. Zira insan, Peygamber’ini tanıdığı kadar sever Rabbini; o ölçüde de Hak âşığı olur.
“İbrahim Halilulah, Musa Safiyullah, ben ise –Allah’ın bana bir ihsanı ve bir ikramı olarak– Habibullahım, Allah’ın sevgili kuluyum.”[2] buyuran Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Medine’nin Gülü” şiirinde de muhteşem bir üslupla dile getirildiği gibi, “aşkıyla oturup aşkıyla kalkmak” ve “ruhlar gibi yükselip de ufkunda dolaşmak” ne hoş bir ihsan olsa gerektir. Hâl böyleyken Gönüller Sultanı’nı yalnız belli zaman dilimlerinde değil, belki de her mevsim, her gün anmak ve o muhabbeti duyanların ışığıyla aydınlanmak ne büyük bir sermayedir. Zâtî’nin meşhur naatının;
“Âhiret pazarının yoktur geçer akçesi
Senin aşkından özge kurtuluş sermayesi” beytinde dediği gibi, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) aşkından gayri âhiret pazarına götüreceğimiz ne sermayemiz olur ki?!
Dipnotlar
[1] El-Hâkim, Mustedrek, 2/615.
[2] Darimî, h. no: 4, 8; Tirmizî, h. no: 3616.