Nebevî Tebliğ Metodu: İhsan, Tebliğ ve Alâka

Spot: Nebevî ahlakın temel esprisi, çevremizdeki her insana ayırım gözetmeksizin ihsanda bulunma, İslâm’ın güzelliklerini başkalarına doğru kaynaklardan anlatma ve herkesle tek tek ilgilenmedir. Tebliğde ihsan ufkunu yakalamak için bire bir alâka diye de özetleyebileceğimiz üç önemli hakikat; ihsan, tebliğ ve ferdî alâkadır.

Peygamberlerin, asfiya ve evliyanın hayatlarının bir döneminde mağara, hapishane veya farklı bir eğitim dönemi vardır. Bu dönem, yüklenecekleri büyük vazifeye hazırlıktır. Allah Teâlâ (celle celâluhu) o büyük insanları toplumun içinde bulunduğu menfi inanç ve ahlaktan uzaklaştırarak adeta bir uzlete alıp manevî beslenmeye tâbi tutar. Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatında bu dönem “tahannüs” olarak adlandırılan Nur Dağı dönemi iken, Hazreti Musa (aleyhisselâm) için kayınpederinin yanında geçirdiği eğitim dönemi, Hazreti İsa (aleyhisselâm) için de gaybubet günleri denebilir. Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) için de hapishane, sonradan îfâ edeceği vazifeler için hazırlık dönemidir.

Yusuf sûresi, Kur’ân-ı Kerim’de bir peygamberin hayatının kronolojik olarak anlatıldığı tek sûredir. Kur’ân, Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) kıssasını, “kıssaların en güzeli” olarak tavsif ederek dikkatlerimizi bu peygamberin hayatına çeker. Ancak onun hayatı, sıradan bir biyografi olmayıp her dönemin insanı için pek çok açıdan alınması gereken dersler ve ibretlerle doludur. Şüphesiz ki bunlardan biri de Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm), inandığı güzellikleri etrafındaki insanlara tebliğde bulunması ve bu vazifeyi yaparken kullandığı usuldür.

Sûrenin 36–42. âyetlerinde anlatılan Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) hapishanedeki arkadaşlarına tebliği, kıyamete kadar gelecek Müslümanlara tebliğ yöntemi açısından önemli prensipleri içerir. Hazreti Yusuf’un hapishanedeki arkadaşları iki gençtir. Bunlar, bir vakit gördükleri rüyalarını, güvendikleri ve yakın hissettikleri Hazreti Yusuf’tan yorumlamasını isterler ve bu taleplerinin sonunda da “Çünkü biz seni iyilik yapan bir kimse olarak görüyoruz.” derler.

Hazreti Yusuf ve arkadaşları arasında geçen diyaloglara dikkat edildiğinde anlaşılan odur ki Hazreti Yusuf (aleyhisselâm), hapisteki arkadaşlarıyla çok iyi geçinen, ahlak ve davranışlarıyla müspet anlamda onların dikkatlerini çeken, güven ve sempatilerini kazanan ve onlara hep iyiliklerle yaklaşan bir “muhsin”dir.

Yukarıdaki âyetlerden önceki konu ise, vezirin hanımının Mısır kadınlarını saraya davet edip dillere düşen tavrının altında yatan sebebi göstermek istemesidir.

Kadın, sarayda mükellef bir sofra kurdurur. Daha sonra da Hazreti Yusuf’u kadınların huzuruna davet eder ve “İşte beni kınamanıza sebep olan genç! Yemin ederim ki ben ondan kâm almak istedim, ama o iffetli davrandı.” der.

Kur’ân’ın karakterleri konuşturmasından anlaşılacağı üzere, Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) hapse girerken vezirin hanımı, o iffet timsalinin suçsuz olduğunu ikrar etmişti. Bu gerçeğin de hapiste bilinmemesi mümkün değildi. Bütün hapishane, Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) hapse suçsuz yere girdiğinde müttefik idi. Hem saraydan gelmiş olması hem de suçsuzluğunun vezirin hanımının ikrarı ile teyidi, hapishanede Hazreti Yusuf’u (aleyhisselâm) çok önemli bir konuma getirmiş olsa gerektir. Aynı zamanda Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) hapishane arkadaşlarına, maddî ve manevî ihsanlarda bulunmasından anlaşılıyor ki Kur’ân aslında bu iki genci, hapishanedeki diğer arkadaşlarının temsilcisi olarak konuşturmuştur.

Burada ilk karşımıza çıkan arkadaşlarının Hazreti Yusuf’a (aleyhisselâm) hitap ederken kullandıkları “muhsin” ifadesidir. H-S-N (güzel olmak) kökünden gelen bu kelime, bir şeyi güzel ve iyi kılmak anlamına gelen ihsan kelimesinden türemiş bir sıfattır. Bir şeyi iyi ve en güzel şekilde yapan ve yerine getiren demektir. Bu kelime, fizikî ve ahlakî güzellik ile birlikte iyiliği ifade eder. Dinî literatürde ise muhsin, “ihsan eden, iyilik eden, kerim, cömert” anlamlarına geldiği gibi, aynı zamanda “Allah’ı görür gibi O’na ibadet eden” mânâsına da gelir. Burada birinci mânâ daha öncelikli olsa da hapishane arkadaşları Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) hapishanedeki durumuna muttali olabileceklerinden, ikinci mânâ da düşünülebilir. Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm), “Atalarım İbrâhim, İshak ve Yâkub’un (aleyhimüsselâm) dinine tabi oldum.” demesi de onun aynı zamanda bir peygamber oğlu olarak dinini tastamam yaşadığının da farklı bir göstergesidir.

Fethullah Gülen Hocaefendi, “Bir Sorgulama” başlıklı makalesinde, Allah’ın ihsan ettiklerinin ihsan edilmesi gerektiğini veciz bir şekilde anlatır:

“Allah’ın sana ihsan ettiklerini sen de saç cömertçe etrafına; saç ki insanı insanlara, Cennet’e ve Allah’a yaklaştıran en sırlı formül civanmertliktir. Bu formülü ruhuna mal edip kullanabilirsen, mezhebi kin, nefret, düşmanlık olan en kaba ruhlar bile, bir gün mutlaka senin atmosferine girebilmek için kuyruklar oluşturup bekleyeceklerdir.”[1]

Hapishanedeki iki genç, gördükleri rüyalarının yorumunu Hazreti Yusuf’tan (aleyhisselâm) sorarlar. Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) ise doğrudan sorularına cevap vermeden önce, bizlere nebevî tebliğ metodunu öğretir. Sorunun cevabına geçmeden önce Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) muhataplarına nasihatte bulunur, aklî ve naklî delillerle onları tevhide davet eder, şirkten sakındırır ve Kur’ân’ın “ed-dînu’l-kayyim” olarak adlandırdığı dosdoğru dini tarif eder. Hazreti Yusuf (aleyhisselâm), nebevî ahlakın bir yansıması olan “muhsin” sıfatının muhatapları tarafından tasdik edilmesinden sonra tebliğe başlar.

Âyetin devamında, üçüncü sırada yapılması gereken çok önemli bir husus daha karşımıza çıkmaktadır ki o da problemlerin bire bir çözümüdür. Kur’ân “ahadüküma” ifadesini kullanır ki bu da “sizden biri” demektir. Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) muhataplarının isteklerine tek tek cevap verir. Âdeta her fidana can suyu verir.

Kur’ân’da verilen sıra; ihsanda bulunma, tebliğ ve ardından problemleri tek tek çözme şeklindedir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve bütün peygamberlerin hayatlarının satır aralarında aynı sırayı görmemiz mümkündür.

Bu üç kavramı düzgün bir hat şeklinde düşünmek yerine, birbirini takip eden bir daire gibi düşünmek daha gerçekçidir. Yani ihsandan sonra tebliğ, tebliğden sonra da fert fert ilgilenme ve tekrar ihsanda bulunma…

Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) hapishaneden çıktıktan sonra insanların hayatına doğrudan tesir eden bir vazifeye talip olmuştur. Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) vazifesini hayatta icra ettiğini âyetlerden hissederiz. Yani o, sahada ve işin tam ortasındadır. Sûrenin satır aralarında Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) odasına çekilip emir veren bir vezir değil de işin bizzat ortasında bir idareci olarak karşımızda durur.

Dünyada bazı hadiseler zahiren çirkin ve istenmeyen durumlar gibi gelse de aslında hepsinin arka planında pek çok hikmet vardır ve anlaşılmaları da zaman alır. Hatta bunların bazılarının hikmetlerini Allah dünyada değil de âhirette gösterir. Çünkü hikmet ağacının kökü, gayb alemlerinde olup meyveleri şehadet alemine dökülür; meyvelerin olgunlaşıp dökülmeye yüz tutması için de zaman gerekir.

Ashab-ı Kehf de dışarı çıkacağız diye o mağaraya girmişti. Allah aktif hizmet ettikleri dönemdeki gibi onların sevaplarını hasenat defterlerine yazmıştı. Aynen öyle de günümüzde hapishanede, gaybubette veya bulunulan beldelerde kısıtlı imkânlarla bir şey yapılmıyor denilebilir. Allah sonsuz rahmetiyle o pasif zannedilen zamanlar için, en aktif olduğunuz dönemlerdeki sevapları verebilir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken önemli nokta, içinde bulunulan zaman ve şartların en uygun biçimde değerlendirilmesidir.

Müminler için Kur’ân ve onun açılımı olan Sünnet temel rehberdir. Kur’ân’ın haber verdiği ve üzerinde önemle durduğu gerçekler, kıssalar, emir ve yasaklar ne kadar doğru ve net bir şekilde anlaşılıp tatbik edilirse, dünya ve âhiretteki saadet ve başarı da o nispette olur. Kur’ân ve Sünnet’ten habersiz bir hayat asla başarı sağlayamaz; dünyevî başarı sağlar gibi gözükse de sonuçları itibarıyla kadük kalacağı unutulmamalıdır.

Evrensel hakikat olan Kur’ân ve onun açıklayıcısı olan Sünnet, her zaman ve mekânda, her türlü durumda kulaklara neler neler fısıldar. Ancak bunun için şüphesiz, Kur’ân’ın bütünü, sûreleri, âyetleri ve kelimeleri, hatta harflerine gizlenmiş zengin mânâların dikkatlice okunup anlaşılması gerekir. Üstad Bediüzzaman’ın ifadesi ile “Nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir. Ve menzilleri dahi kalbin süveydasıdır.”[2]

İlahî mesajlar azamî dikkat ister; mânâların merkezi ise kalbdir. İnsanın görmesini sağlayan iki farklı aracı vardır. Bunlardan biri basar, diğeri de basirettir. Basar gözün görmesi, basiret de kalbin görmesidir. Kur’ân, nazeninlerden nazenindir. Kur’ân mehcur bırakılmaz, azamî dikkat edilirse, içinden bize hayat rehberi olacak, inci ve mercan gibi birçok düstur çıkacaktır.

Nebevî metotlar en parlak işaret levhalarıdır. Bu levhaları takip ettiğimizde kendimizi sırat-ı müstakim üzere ve aynı zamanda diğer insanlara rehberlik yapacak ümmet-i vasat olacak kıvamda bulabiliriz.

Zaman ve şartlar değişse de semavî ve fıtrî hakikatler değişmez. Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) hayatından zaman ve mekânın eskitemediği hakikatleri bize Kur’ân haber vermiştir. Kolaycı bir yaklaşımla “Ben söyledim, vazifemi yaptım.” değil; “Vazifem yeni başlıyor. Mademki bir şeyler anlattım, takip etmeliyim; insanların sıkıntılarını çözebilmek için çaba sarf etmeliyim.” anlayışı tebliğde esas alınmalıdır.

Dipnotlar

[1] M. Fethullah Gülen, Işığın Göründüğü Ufuk (Çağ ve Nesil-7), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 250.

[2] Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemât, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 61.

Bu yazıyı paylaş