Hüve, Hava ve Hevâ

Birlikte bir gezinti yapmaya ne dersiniz? Şöyle doğum öncesi yıllarımıza doğru… Haydi bir biyoloğun hakikat ve hayalinin buluştuğu dünyasında birlikte gezintiye çıkalım. Lakin bütün peşin düşüncelerden arınmış ve vicdanımızın dupduru ikliminde bu tefekkürü gerçekleştirelim. Üç kelimemiz var: Hüve, hava ve hevâ.

Hayal kuşunun kanatları arasında, olan biteni kuş bakışı seyre dalmak, seyretmekle kalmayıp görebilmek görülmesi gerekeni ve bulmak bulunması gereken en önemli gerçeği. Mahlûkat aynasında yansıyanları görebilmek için sağlam bir basar (bir çift göz) ve o gözleri tasdik edecek kalbimizin gözü olan basiret. Bu tefekküre, basar ve basiret arasındaki perdeyi kaldırarak başlayalım.

Öncelikle Hüve’nin (celle celâluhu) isim ve sıfatlarıyla tanış olalım.

Kendisine ilahi bir armağan olarak verilen yaratılış zarafeti ve cüz’i iradesiyle malumdur insan. İnsanın doğumu kendi iradesi dışında gerçekleşir. Bir İnsana ikram ve ihsan edilen hayat ne güzel bir hediyedir aklı olana! Sonsuz kerem sahibi Yaradan, var ettiği insanı, bir ömür sayısız nimetlere mazhar eder. İnsan, rahmet-i ilahiyeden gelen sebze, meyveler ve diğer gıdalarla hayatını sürdürür. Az bir emekle yiyeceği nimetleri sofrasında bulur insan. Gel gör ki bir kısım gafil insanlar, var edilen sayısız nimetleri görmez, nimetleri veren Rabbimize alaka duymaz. Hâlbuki bir memur olan güneş, her gün vazifesini yapar, ışıklı yüzünü gösterir. Bulutlar da vazifelerini yapar, yeryüzüne akıtır rahmet yüklü yağmur tanelerini ve toprak, ana rahmi gibi, bağrında sayısız tohumların çimlenmesinde görev yapar.

Ruhlar âleminden sonra insanın ilk durağı ana rahmidir. Şimdi henüz doğmamış bir bebeğe (fetüse) misafir olacağız. Ona bir süre sonra doğumuyla teşrif edeceği ve bir ömür geçireceği dünya hayatında karşılaşacağı hakikatlerden haber verelim. Mesela ona, “Milyonlarca kilometre uzaktan dünyamıza ısı ve ışık yayan güneşten, gece semada parıldayan Ay’dan, gökyüzünü çepeçevre saran sayısız yıldızlardan, kendisine tebessüm edecek ve onların arasında oynayıp büyüyeceği rengarenk çiçeklerden, birbirinden hoş görünümlü ve lezzetli meyve-sebzelerden, birbirinden farklı renk ve desene sahip milyonlarca kara ve deniz hayvanından bahsetsek… Acaba o müstakbel bebek nasıl bir tepki verir? Onun dünyasında, anlatılan bu hakikatler acaba ne anlam ifade eder? Herhâlde hayrete düşecektir. O fetüs, sadece içinde yaşadığı amniyon sıvısını ve o sıvının bulunduğu amniyotik keseyi bilir.

Sahi oraya nasıl gelmiştir? Anne ile fetüsün bağlantısını kuran plasenta, o karanlık dehlizde niçin ve nasıl teşekkül etmiştir? Âciz haldeki fetüs, kendisine plasentadaki kan damarlarıyla annesinden bol oksijeni ve sindirilmiş besinleri alarak geliştiğinin farkında değildir. Karbondioksitli kirli havanın ve azot içerikli zehirli metabolik atıkların da annesi aracılığıyla uzaklaştırdığının da şuurunda değildir. İlk hücre (zigot) safhasını çoktan geçmiştir. Şimdilerde zigotun ardı ardına geçirdiği mitoz bölünme mekanizmasıyla milyonlarca hücre kitlesine ulaşmıştır. Bu hücre artışını kontrol eden genetik mekanizma nasıl işlemektedir?

Ne ilginç şeyler olmaktadır vücudunda! Dokular, organlar derken farklı sistemler ortaya çıkmıştır. Ne de heyecan vericidir aynı tür hücrelerin birbiriyle raks ederek akıl almaz biçimde farklılaşması!

Ne gizemli bir sırdır; dış, iç ve orta olarak adlandırılan emriyonik tabakaların, mucizevi fonksiyonlara sahip bir organın yaratılmasında istihdam edilmeleri!

Ne muhteşem ve ne hoş bir hadisedir gözlerin embriyonik indiksiyon mekanizmasıyla yaratılması! El ve ayak parmaklarının lizozom vesilesiyle belli ölçüde birbirinden ayrılıp parmak arası boşlukların meydana getirilmesi!

Ne akıl almaz bir takdirdir beyin, kalp ve akciğerler gibi çok hassas organların vücudun en sağlam yerlerine milimi milimine yerleştirilmesi!

Hüve’den (O’ndan) (celle celâluhu) başka hangi el müdahale edebilir ki bu yaratılışa?

İlk Nefes Alış ve Havayla Buluşma

Zaman su gibi akıp geçer ve bebekler doğumla dünya hayatına merhaba der. Bir bebek dünyaya gelir gelmez kendisine hoş geldin diyen “hava” ile tanışır. Akciğerine dolan hava, canını yakar ve ağlayarak tepki verir. Özel kesenin doğumla parçalanması neticesinde bebeğin sudan karaya geçişi başlamıştır. Artık göbek bağının kesilmesiyle annesinden bağımsız bir fert hâline gelmiştir. Bundan sonra kendisine verilen farklı sistemleri daha da gelişecektir.

Kendine ait solunum sistemiyle akciğerlerine uygun olan atmosfer gazlarını alacaktır. Aldığı her bir nefesle ona da tıpkı bizim gibi iki hayat bahşedilecektir. Zira nefesi alması da vermesi de hayatta kalması için zorunludur. Hücre zarından geçemeyecek büyüklükteki kompleks besinlerin hücre metabolizmasında kullanılabilmesi için artık kendi sindirim sistemi görev yapacaktır. Karaciğer, pankreas, mide, ince bağırsak, tükürük bezi salgıları; besinleri hücre zarından geçebilecek parçalara ayıracaktır. Etrafta meydana gelen değişmelere sinir sistemi ve duyu organlarıyla cevap verebilecektir. Kalbi, dolaşım sistemi elemanlarıyla tüm vücuda kan gönderecek, endokrin sistemi vücut içinde birçok düzenleme yapacaktır. Boşaltım sistemi elemanlarından olan böbrekler ve ter bezleri, metabolizma sonucu oluşan zehirli atıkları karaciğerin de desteği ile vücuttan uzaklaştıracaktır.

Yukarıda adı geçen sistemlerin tamamı bir ömür insan iradesinin dışında çalışan sistemlerdir. Bu iç organ faaliyetleri, istemsiz kaslarımız olan düz kaslarla gerçekleşir. Bu sistemlerin çalışmasını sağlayan kaslara, beyin kabuğu doğrudan etki etmez. Kalp kası da özel bir kas yapısına sahip olup her ne kadar güçlü kasılsa da düz kas gibi istemsizdir. Rabbimizin takdir ettiği şekilde, iç organlarındaki kasların faaliyetini, sempatik ve parasempatik sinirlerin oluşturduğu otonom sinir sistemi elemanları düzenler.

Artık iradenin, bazen de hevânın ayak sesleri… İstemli kasılan çizgili kaslar devreye giriyor.

Çocuk büyür ve genç bir ergene dönüşür. Bu dönemde “hevâ” ile tanışır. Hevâ insanın ruhuna musallat olan şeytani duygulardır. İşte insan hevâsının, insana insanlığını unutturan yasaklara (günahlara) meyli, ergenlik döneminde başlar. İnsan, fıtratı icabı masum olarak yaratılmış olsa da hevâsına dur diyemediği sürece bu günah sarmalında takılır kalır. Zaman gelir -mazallah- günahı, günah olarak kabul etmemeye başlar ve şirazeden çıkar.

Hevâsına uyan bir insanın, günah işlerken kullandığı eli, ayağı, gözü, kulağı, dili, boynu, çenesi gibi günah işlemeye uygun organlarının hepsi, merkezî sinir sisteminden gelen uyarı ile çalışır. Çizgili kasların kasılmasıyla insan ya günah ya da sevap işler. Günah işleyen bir insanın huzur-u ilahide itiraz etmesi yersizdir, çünkü günah işleyen organlarımız, iç organlarımız gibi otomatik olarak kasılıp gevşemezler. İnsanın iradesi devreye girmiştir. Gözümüzü çevirme, göz kapağını açma ve kapama, odaklanma ve dikkat kesilme kendi elimizdedir. Sese yaklaşma, kulak verme, kulaklarımızı tıkama, oradan uzaklaşma kendi irademizdedir. Uzatılan bir haram yiyeceğe veya içeceğe el uzatıp alma, haramı ve helali seçme bizim tercihimize bırakılmıştır. Birisinin gıybetini yapmak bizim tercihimizdir. Haram olan bir şeyi çiğneyip yutmayı özgür irademizle yaparız. Bütün bu davranışlarımızın huzur-u ilahide hesabının sorulacağı unutulmamalıdır.

Şu âyet mealini hayatımıza rehber edinelim: “Öyle bir günde rüsvaylıktan sakının ki o gün Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız, sonra her kişiye kazandığının karşılığı tamamen ödenecek ve kendilerine asla haksızlık edilmeyecektir.” (Bakara, 2/281).

Ne mutlu haddini bilenlere, kendine emanet edilen bütün uzuvlarını yaratılış maksadına uygun kullananlara! İradesini hayırdan yana kullananlardan olma dua ve temennisiyle…

Bu yazıyı paylaş