Kelâm Kadar Kalem de Ölçü İster

Yazmanın ve konuşmanın dilin gramer ve anlatım kuralları açısından temel ölçüleri olduğu gibi muhtevanın ele alınıp işlenmesinde ve okuyucuya takdim edilmesinde de birtakım disiplinleri vardır. Bu kural ya da ölçüler, yazarların omuzlarına edebî sorumluluklar yüklediği gibi ebedî sorumluluklar da yüklemektedir. Bu yönüyle yazı, konuşma ya da haberin, dünya hayatının sınırlarını aşıp âhirete uzanan bir boyutu olduğu, çoğu zaman üzerinde durulmayan bir husustur.

“Yemin Olsun Kaleme ve Yazdıklarına”

Kur’ân-ı Kerim’de birçok şeye yemin edilerek bazı hakikatlerin önemine ve değerine dikkat çekilir. Bunlardan birisi de kalem ve ondan dökülenlerdir: “Kalem ve ehl-i kalemin satırlara dizdikleri ve dizecekleri şeyler hakkı için.” (Kalem, 68/1). Efendimize ilk indirilen beş âyetten birisi de yine kalemle ilgilidir: “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı (rahim cidarına) yapışan bir hücreden yarattı. Oku Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğretendir.” (Alak, 96/1–4) Dolayısıyla değerli olan kalem, herhangi bir kimsenin eline değil, en mükemmel şekilde yaratılan (Tîn, 95/4), beyan kabiliyetiyle donatılan (Rahmân, 55/4) ve kendisine kalemle yazabilecek kabiliyetler bahşedilen insana emanet edilmiştir. Onun için bu yemin, aynı zamanda kaleme yapıldığı kadar, kalemi tutan el ve parmaklara, yani yazarlara yapılan bir yemindir. Bu yemin, aslında kaleme değil, yazarların omuzlarına ağır bir sorumluluk yüklemektedir.

Her kalemin ve yazının mesuliyeti vardır. Zira kalem, sadece basit bir yazı aleti, yazı da kâğıt üzerinde sessizce duran harflerden ibaret değildir. Arapçada kalemin bir mânâsı da oktur. Ehil olmayan ve hiçbir sorumluluk duygusu taşımayan kimseye teslim edilecek oklar, bir toplum, hatta bütün insanlık için ciddi felaketlere sebep olabilir. Günümüz dünyasında ülkeler arasında her an cereyan eden psikolojik savaşta, kalem ve yazının ne kadar etkili bir silah olarak kullanıldığına da herkes şahittir. “Kalem, kılıçtan keskindir.” atasözü de tam olarak bu gerçeği ifade eder.

 

Bir Kelimeyle Batmak ya da Yücelmek

İnsanın düşüncelerini açıklayıp dışa vurduğu sözcükler, ya onun omuzlarına manen ağır sorumluluklar yükler ya da büyük mükâfatlar elde etmesine vesile olur. Bir kelimenin ya da cümlenin arkasındaki bu sürpriz, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) özlü beyanlarının birinde şöyle ifade edilir: “İnsan Allah’ın hoşuna gitmeyecek bir söz söyler/yazar da bunun O’nun gazabına sebebiyet vereceğini hiç hesaba katmaz. Hâlbuki o söz sebebiyle farkında olmadan, Rabbiyle buluşacağı ana kadar gazabına dûçâr olur. Yine bir kimse Allah’ın hoşnutluğunu kazanabileceğine hiç ihtimal vermediği bir söz söyler/yazar da Allah onu Kendisiyle buluşacağı ana kadar rızası istikametinde dâim ve kâim kılar.”[1]

 

Bir başka hadiste bu gazabın sonunun Cehenneme çıkabileceği şöyle beyan buyurulur: “İnsan söylemekte/yazmakta beis görmediği bir kelimeden dolayı Cehennem ateşinin yetmiş yıllık derinliğine yuvarlanır.”[2]

Dolayısıyla her kelime/söz ya bir salih amel olarak yükselir ve sahibini yüceltir ya da girdap olur batırır. Bediüzzaman bu gerçeği çok veciz bir şekilde şöyle ifade eder: “Madem öyledir, dikkat et, dikkatle bas, batmaktan kork! Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük latifelerini bunlardan birinde batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar.”[3]

“Ya Hayır Söyle/Yaz ya da Sus!”

Sözün ya da yazının bu ağır mesuliyetinden kurtulabilmek için Allah Resûlü her iman eden kimseye şu ölçüye göre hareket etmesini tavsiye eder: “Sizden Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir kimse ya hayır konuşsun/yazsın ya da sussun/yazmasın.”[4] Aksi takdirde hayır konuşmadığı/yazmadığı hâlde susmasını başaramayanlar, çok küçük gördükleri şeyler karşısında ciddi kul haklarına girdiklerinin farkına varamaz. İş sadece bununla kalmaz ve diliyle/kalemiyle başkalarına zarar veren kimse, zamanla kendi kalp ve ruh hayatına da zarar vermeye başlar. Zira Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanıyla, kalb ile dil arasında doğrudan doğruya bir bağlantı vardır: “Kişinin dili istikamet kazanmadıkça, kalbi istikamet kazanamaz; kalbi istikamet bulmadıkça imanı da istikamet bulamaz.”[5]

Dolayısıyla dildeki/kalemdeki eğrilikler önce kalbe sonra bütün uzuvlara sirâyet eder ve davranışa dönüşür. Bunun içindir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanın bütün uzuvlarının her sabah dile gelip şöyle seslendiğini belirtir: “Bizim hakkımızda Allah’tan kork. Biz sana tâbiyiz. Sen istikamet üzere olursan biz de istikamet üzere oluruz. Yok sen eğri büğrü olursan biz de öyle olur, istikametimizi kaybederiz.”[6]

Her Söz/Kelime Kayıt Altında

İnsanlığı, dilin/kalemin doğru ve isabetli kullanılmasına irşat eden Kur’ân, her sözün kaydedildiğini hatırlatır: “Ağzından çıkan bir tek söz olmaz ki yanında, bu iş için hazırlanmış gözcü olmasın, onun söylediğini ve yaptığını kaydetmiş olmasın.” (Kaf, 50/18). Bu hassas takip ve kayıt, çok ince ve çetin bir hesabı da apaçık haber verir. Böyle bir kayıt sisteminin var olduğu bir âlemde konuşan ve yazan kimselerin, ne olursa olsun hak, hukuk, iffet ve nezaheti muhafaza etmesi, temel ilkeleri olmalıdır. Yoksa insanlarla ister sözlü ister yazılı iletişimde kırıcı, yaralayıcı, çeşitli iddialarla haklarını ihlal edici söz ve kelimeler kullanan kimseler, ötelere ağır veballer yüklenerek giderler. Ahmed ibn-i Hanbel hastalandığında, ziyaretine gelen bir arkadaşı tarafından kendisine, “Melek her şeyi yazar hatta bir hastanın inlemelerini bile!” diye söylemesi üzerine, yoğun ağrılarına rağmen öleceği ana kadar bir daha inlememesi, herkesi düşündürecek ibret dolu bir tablodur.[7]

Kelimelerin Sessiz Şahitliği

Kalem yazarı temsil eder. Kalem tek başına bir şey ifade etmez; onu konuşturan, yazardır. Dolayısıyla mümini, konuştukları kadar yazdıkları da bağlar. Bunun için, sözlerin şahitliği gibi kelimelerin ve cümlelerin şahitliği de söz konusudur: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Âdemoğlunun, Allah’ı zikir, iyiliği emir ve kötülüklerden nehiy hariç her sözü/yazısı aleyhine olacaktır.”[8] buyurur. Bundan dolayıdır ki kalemi elinde tutan kimse, onunla yazdıklarından hesaba çekileceği şuuruna sahip olmalıdır.

Kalem erbabı onunla ya hakikate ya da batıla tercüman olur. Ya kul haklarına girer ya da her hak sahibine hakkının verilmesine vesile olarak kalemin/yazının hakkını verir. Bu yönüyle kalem, mürekkep, kâğıt, harf, kelime ve yazılar, bunları kullanan kimsenin ya lehine ya da aleyhine şahitlik edecektir. Kalemi elinde tutmanın mesuliyetini müdrik yazarlar, onu ve onunla ilgili her şeyi lehlerine güçlü bir şahide dönüştürmeyi başarabilenlerdir. Her yazı okuyucularıyla beraber kalıcı birer şahittir. Dolayısıyla konuşma konumunda bulunan ya da yazma nimetine mazhar kılınan kimseler, konuştuklarının ve yazdıklarının, hesap gününde lehlerine ya da aleyhlerine şahitlik yapacağı şuuruyla büyük bir sorumluluk duygusuyla hareket etmelidir.

 

Her Duyduğunu Konuşan ya da Yazanlar

Bir de elindeki kalemi ya da dilindeki kelâmı silaha dönüştürenler vardır. Bunlar, araştırmacı-yazarlığın peşinde değil, her duydukları şayiayı, “ilk yazan” veya “ilk haberleştiren” olma ayrıcalığının peşindedirler. Bu unvanlarını korumak için de haberin ya da bilginin kaynağını ve doğruluğunu tam tetkik ihtiyacı duymazlar. Bu türlü insanlar için çoğu zaman “duyum” yeterlidir. “İddia edildiğine göre, zannımıza göre, aldığımız habere göre ya da söylentilere göre” der, yazmaya ve hüküm vermeye başlarlar.

Hâlbuki Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem), böyle bir vebale karşı herkesi uyarır ve “İddia edildiğine göre” diye başlayan sözleri, söyleyenin omuzlarında kötü bir yük olarak tarif eder.[9] Zira bu usulsüzlük ve ilkesizlik Allah Resûlü’nün beyanıyla büyük bir günahtır: “Her duyduğunu söylemesi/anlatması/yazması, kişiye günah olarak yeter.”[10] Kaldı ki böyle bir günah, o hâliyle kalmayıp yeni yalan, dedikodu, gıybet, hatta iftiralara kapı aralar. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın dedikoduyu haram kıldığını ifade buyurarak,[11] ister sözlü ister yazılı, dedikoduculuğu meslek edinenlerin Cennete giremeyeceğini belirtir.[12] Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), duyumlara dayalı haber yapmanın ve dedikoduları bir kartopu gibi büyütmenin, toplum hayatını nasıl bir cehenneme çevireceğini veciz bir şekilde şöyle ifade eder: “Fitnelerin içine dilinizle girmekten de sakının. Zira dilin fitnelere/dedikodulara bulaşmasıyla kılıcın fitneye ve kana bulaşması arasında fark yoktur!”

Bütün ikazlara rağmen bu kimseler, günahlarından aldıkları cesaretle nice saf dimağı aldatmaya ve nice saf zihinleri/kalpleri de kirletmeye devam ederler. Kalem de onlardan bîzardır, kelâm da. Esirdir her ikisi, yalancının, müfterinin elinde. İnler, ama iniltilerini duyan da yoktur. Ancak şu da bir hakikat ki yazılanların hepsi hem tarihe hem de amel defterine emanettir. Her yazar, yazısıyla okuyucusuyla iletişim kurup bir nevi yüzleştiği gibi, mahşerde de yüzleşecektir. Ancak bu sorumluluk şuuruyla yazılan yazılar, yazarlarını mahcup etmeyecek, sevindirecektir.

 

Haberin Doğruluğu İyice Araştırmalı

Bir haber yapılmadan önce onun doğru olup olmadığı iyice araştırılmalı ve yargısız infaza asla gidilmemelidir. Zira haberin yanlış olma durumunda, haber ferdi ilgilendiriyorsa ferdî haklar, bir toplumu ilgilendiriyorsa umumî haklar çiğnenmiş olacaktır. Bu habercilik değil bilakis yazanı hem dünya hem de âhirette bin pişman edecek ağır bir vebaldir. Bunun içindir ki yalanın, söylentinin, dedikodunun, zannın ve iddiaların bilgi/haber değeri olmadığına işaret eden Kur’ân-ı Kerim (Necm, 53/28) aynı zamanda habercilikte de evrensel şu temel ilkeyi de koyar: “Ey iman edenler! Size bir fâsık haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu etraflıca araştırın. Yoksa gerçeği bilmeyerek (yanlış yönlendirilme sonucu) bir topluluğu suçlar ve üzerlerine saldırır da sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucur’at, 49/6). Dolayısıyla âyetle ortaya konulan, “herhangi bir haberi getiren kimsenin güvenilirliği ve getirdiği haberin doğruluğunu araştırma ve ispat” prensibi her zaman ve zeminde geçerli genel bir kuraldır. Aksi takdirde kişi ve toplum haklarının korunması ve haksızlıkların önüne geçilmesi mümkün olmayacaktır.

 

Sonuç

İnsanoğlunun mârûz kaldığı bir imtihan da bilip bilmediği her meselede kendisini yeterli sanması ve konuşma hakkını kendinde görmesidir. Kur’ân insanın içindeki bu kötü meyle karşı şu prensibi koyar: “Hakkında (gerekli ve yeterli) bilgin olmayan şey hakkında acele edip hemen kesin hüküm verme! Çükü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi her yaptığından, sorumludur.” (İsra, 17/36). Buna göre âyette, insanın, bilmediği bir hususta yeterli araştırma yapıp gerçeğe ulaşmadan söz söylemesi, yazması, hüküm vermesi, tanımadığı kimseler hakkında zanna dayalı konuşması, şayia çıkarması, yapılan dedikodulara katılması, o şahsı karalaması ya da ona atılan iftiralara kapılarak müfterilerin günah ortağı olması gibi fiiller yasaklanmıştır. Dolayısıyla insan; eline, diline, kulağına, gözüne hatta duygularına hâkim olmalı, su-i zanlarından bile sorumlu tutulacağını unutmamalıdır. Kelâm erbabı kadar kalem ehli de bu ölçülere azami riayet etmelidir.

Dipnotlar

[1] Tirmizî, Zühd, 12 (2319).

[2] Tirmizi, Zühd, 10 (2314); İbn-i Mâce, Fiten, 12 (3970).

[3] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 169–170.

[4] Buhari, Edeb, 85 (6138); Müslim, İman, 74 (47); Ebu Davud, Edeb, 132 (5154); Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyamet, 50 (2500).

[5] Ahmet İbn-i Hanbel, Müsned, (13071).

[6] Tirmizî, Zühd, 61 (2407).

[7] İbn-i Kesir, Kaf sûresi 18. âyetin tefsirinde.

[8] Tirmizî, Zühd, 63 (2412); İbn-i Mâce, Fiten, 12 (3974).

[9] Ebu Davud, Edeb, 80 (4972).

[10] Ebu Davud, Edeb, 40 4876, 4877; 87 (4992).

[11] Buhari, Rikâk, 22 (2231).

[12] Buharî, Edeb, 50 (6056); Müslim, İman, 169, 170 (105).

Bu yazıyı paylaş