Bilimin modern anlamda sınıflandırılmasının ilk kez Yunanlı filozof Aristoteles tarafından yapıldığı bilinmektedir. Onun yaptığı bilim sınıflandırmasında tarih bilimi de bulunmaktadır. Aristo’dan günümüze Doğu’da ve Batı’da yapılan bilim tarihi çalışmalarında tarih her zaman bir bilim olarak yerini almıştır.
İslam dünyasında bilimin tasnif çalışmaları Abbasi devrinde başlamıştır. Fârâbî ile başlayan bu tür çalışmalara; İbn-i Sina, İbnü’l-Ekfânî, Hârizmî, İbn-i Haldun ve İbn-i Hazm gibi bilim insanları katkıda bulunmuştur. Osmanlı Döneminde bu alanda ilk çalışmaları yapan Taşköprülüzade ve Kâtip Çelebi gibi isimler zikredilebilir.
Ne yazık ki yaklaşık 2400 yıldan beri bir bilim dalı olarak bilinen tarih, yer yer Doğu’dan Batı’ya, genellikle diktatörlük sistemlerinde, bilimden efsaneye, efsaneden mitolojiye, mitolojiden âdeta tartışılmaz ve anlaşılmaz bir “din” anlayışına savrulmuştur. Siyasetin tarihe müdahalesi ile de çift taraflı tuhaf bir çıkar ilişkisi ortaya çıkmıştır. Bu durum, tarihin siyaset tarafından kullanılmasına, siyasete bulaşmış tarihçinin de bilim yerine siyasi tercihi ile mazideki gerçekliği çarpıtmasına yol açmıştır. Tarihin siyasileşmesi, istismarına da kapı açtığından, tarihî olay ve olguların çarpıtılmasına ve siyasi hedeflere yönelik manipülasyonlara dönüşmektedir.
Dünya çapında güçlenen popülist hareketler, toplumları etkilemek için “yalan haberler” kadar “yalan tarihler”e de başvuruyor. Bunlar da genellikle demokrasi karşıtı siyasi gündemlerle ve dışlayıcı eğilimlerle el ele gidiyor. Anılan bu ilmî gerçekler ortada dururken tarih biliminin âdeta genetiği ile oynanıp nasıl tehlikeli bir hikâyeye dönüştürüldüğünü yine tarihin kendisinden öğreniyoruz.[1]
İlmî çerçeveden çıkarılarak ötekileştirmenin ve diktatörleşmenin bir aracı hâline getirilen tarih anlayışının önemli metotlarından biri geleneğin icadıdır (olmayan geleneği inşadır). Dünyanın farklı yer ve zamanlarında, genellikle sosyoekonomik ve kültürel seviyesi, içinde bulundukları toplumdan aşağı sınıflar arasında geçmişi diriltme eğilimleri görülür. Hatta geçmişlerinde sahip olmadıkları değerleri yeniden inşa etmeye çalışıp geleneğin icadını oluşturmaya girişirler. Avrupa’da Neo Roma ve Türkiye’de Neo Osmanlı gibi oluşumlar bu konuda bilinen örneklerdir. Geçmişe özlemin, problemi çözmede (ibret alma teorisi ile) bazı pozitif yönleri de vardır. Fakat bu ibret ve geçmişe özlem ilişkisinin dengesi bozulduğu zaman problemlerin ortaya çıktığını görmekteyiz. Maalesef günümüzde bu geleneğin icadı yaklaşımı siyasetten mimariye, eğitimden hayat tarzına kadar uzanmıştır. Mimaride, sanatta, müzikte ve benzer alanlarda bile replika (eski sanat eserlerinin legal kopyası) yolu tercih edilmiştir. Bu tercih, bir taraftan medeniyetlerin günümüz temsilcileri tarafından yeni değerlerle üretim yapamadıklarına, diğer yandan da bu eksikliklerini görmezden gelip mazideki üstünlüklerini öne çıkarıp yüzlerce yıl önceki eserlerin kötü birer kopyalarını yaparak toplumsal meşruiyet peşinde olduklarına şahit olmaktayız. Bu kısır döngüde, muhafazakâr politikacılar, hâl-i hazırdaki problemleri çözemediklerinde, halkı mazideki büyüklükleri ile meşgul ederler. Nitekim başta İstanbul olmak üzere Türkiye’de yapılan büyük camilerin, 16. yüzyıl Osmanlı mimarisinin kötü birer kopyaları olduğu uzmanlar tarafından tespit edilmiştir.
Neo Osmanlıcılığın temeli İstanbul’un fethinin 500. yıl dönümü olan 1953 yılında atılmıştır. Demokrat Parti, toplum karşısında siyasi meşruluğunu pekiştirmek için başta Necip Fazıl Kısakürek olmak üzere dönemin önde gelen muhafazakâr entelektüelleri ile birlikte çalıştı. İdeal ve kristalleştirilmiş bir Osmanlı ve II. Abdülhamid figürü ile geleneğin icadına giriştikleri görülmektedir.[2] Böylece tarih, muhafazakâr siyasetin yoğun bir şekilde kullandığı bir alan hâline gelmiştir. Şimdilerde ise sınır tanımadan hırpalanan tarih, hiç olmadığı kadar siyasetin çıkar aracı olarak kullanılmaktadır. “Temsilde ve itibarda israf olmaz.” teorisiyle “tüyü bitmemiş yetimin hakkı” gayriahlakî ve sorumsuzca harcanarak olağanüstü maliyetlerle saraylar yaptırılıp adına “külliye” ismi verildiğine şahit olmaktayız. Oysa Osmanlı öncesi ve Osmanlı İslam mimarisinde saray merkezli hiçbir külliye yapılmamıştır. Külliye, cami merkezli olup çeşitli sosyal mekânları içinde toplayan bir yapı topluluğudur. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığının hazırladığı İslam Ansiklopedisi’nde külliyenin “cami, medrese, türbe, mektep, tabhâne, imaret (yemekhane, mutfak, kiler, fırın), dârüşşifa, han, çarşı, dükkânlar, hamam, sebil, çeşme, muvakkithâne, evler, odalar, ahır vb.” yapılardan oluştuğu belirtilmektedir.[3]
Yine bu Neo Osmanlı düşüncesi ile toplumun bir kısmı ile alay edilip çoğunluğunu bir şekilde ikna ederek yapılan sarayın iç merdivenlerinde, partizanlarına şuuraltı mesajlar iletmek için gülünç kıyafetler giydirilmiş askerler sergilendiğini hepimiz biliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin yaklaşık 100 yıllık devlet geleneğinde olmayan bir uygulamayla, atlı askerlerle yabancı devlet başkan ve misyonları karşılanıp bu merasimlerde, evrensel protokol simgesi kırmızı halı yerine turkuaz renkli halı ve asker kıyafetleri icat edildi. Başta Osmanlı Devleti olmak üzere bilinen geçmişteki medeniyetimizin geleneğinde olmayan bu uygulamalar, inanmadıkları hâlde Cumhurbaşkanının ifadesiyle “ulema” tarafından da göz yumularak onaylandı. Öte yandan vatandaşların vergileri ile devlet tarafından yaptırılan büyük yatırımların açılış törenlerinden market açılışlarına kadar kullanılan mehter takımı, ortak bir tarihî değer iken politik grup ve kişiler tarafından çıkar elde etmek için değersizleştirildi.
Bütün vatandaşların vergisi ile yayın yapan devlet televizyonunda ve yine bu vergilerle ödenen yüksek maliyetli dizi ve filmlerle bazı ülke yöneticilerinin çeşitli tarihî sima ve kurumlara benzetildiğini görmekteyiz. Neo Osmanlıcılığın istismar ettiği II. Abdülhamid ve algısı kullanılarak “Halife III. Abdülhamid” figürü icat edilmeye çalışılmaktadır. Fakat bu tür girişimler devletler ve toplumlararası barışın yerine savaşın bir aparatı olmaktan öteye geçmez. Nitekim senaryosunu Muhammed Süleyman Abdul Malik’in yazdığı, yönetmenliğini İngiliz yönetmen Peter Webber’in yaptığı, 40 milyon dolar bütçeli ve Tunus’ta çekilen Memâlikü’n-Nâr (Ateş Krallıkları) adlı dizi, Suudi Arabistan tarafından finanse edilip Birleşik Arap Emirlikleri’nden yayın yapan ve Arap dünyasının film ve diziler konusunda iddialı kanallarından MBC’de yayımlanmıştır. Osmanlı Devleti’ni Arap dünyasında işgalci gösteren dizi film, Türkiye’deki politik niyetlerle çekilmiş tarihî dizilere karşı âdeta diziler savaşını başlatmış görünüyor. Her kim tarafından çekilirse çekilsin tarihteki olayların çarpıtılıp buradan bir siyasal çıkar elde etme yarışı başladığında yarışı kimin kazanacağı bilinmez ama kaybedenin mazideki gerçeklik ve bu yarışa muhatap halkların olacağı kesin.
“Halife III. Abdülhamid” algısı aynı zamanda uluslararası alana yayılmaya çalışılmaktadır. Hemen her alanda çözülmesi gereken problemler varken vatandaşın ödediği vergiler, bu “sözde halife” algısı ile bazı Asya, Afrika ve Doğu Avrupa ülkelerine maddî ve siyasi destek amacıyla peşkeş çekilmektedir. Sadece bir çıkarcı grubun geçici menfaatine katkı sağlasa da bu anlamsız girişimlerin ne yurt içinde ne de uluslararası politikada daimî bir etkisinin olmadığı görülmektedir. Esasen yukarıda sayılan politikalar, “yumuşak güç” (soft power) denilen modern kamu diplomasisi için iyi örneklerdir. Fakat bu uygulamaların ülke menfaatine olabilmesi için yöneticilerin, devletin kurumlarını şahsî çıkarları için kullanmayıp uluslararası bir ciddiyete ve güce sahip olmaları gerekir. Aksi takdirde bu tür uygulamaların, devlet ciddiyetinin ortadan kalkmasına sebep olduğu bilinen bir gerçektir. Oysa ülke insanlarının kıt maddî imkânlarıyla pek çok ülkede açtığı çeşitli eğitim kurumları tarafından yapılan kültür faaliyetleri, Türkiye ile bu ülkelerin aralarında dostluk bağlarının kurulmasını sağlamış ve bu sayede kültürel, ekonomik ve politik alanlarda önemli katkılarda bulunulmuştur. Fakat ülke menfaatinden ziyade, gayrihukukî bir şekilde, grup ve şahısların menfaati öne çıkarılıp hem yapılan yatırımlar talan edilmiş hem de kurulan sevgi köprüleri yıkılmıştır.
Sonuç olarak, tarihî değerler toplumun ortak mirasıdır. Bu mirasın devlet eliyle toplumun bir kısmını ötekileştirip diğer kısmına hukuk ihlal edilerek sunulması ne topluma ne de devlete fayda sağlar. Bu bakış açısı ile, toplumları mazideki pozitif değerleriyle manipüle ederek onları yönlendirip çıkar amaçlı niyetlerle tarih bilimini değersizleştirmek, maziye ve tarih bilimine vefasızlık olduğu gibi, maziden koparılan hafızasız kişiler ve toplumlar yetiştirmek de en azından insanlığa ve bilime karşı işlenmiş bir suçtur. Mazi, geçmiş zamandır. Tarih bilimi, maziyi evrensel metotlarla anlamaya ve anlamlandırmaya çalışır. Geçmişin geleceğe aktarılmasını intikam aracı, insanların ve toplumların farklılıklarını savaş sebebi, mazi ile uğraşıp mazide kalarak hâl-i hazırı ve geleceği okuyamayan veya gelecek tasavvuru için hiçbir geçmişe ihtiyaç duymayan tarih anlayışı, bilimden ziyade hastalıklı bir vâkıadır. Bu hastalıktan kurtulmak için siyaset, elini tarihin üzerinden çekmelidir.
Dipnotlar
[1] Oktay Özel, “Siyaset ve Tarih: Nasıl bir ilişki?” tr.boell.org/tr/tarihin-siyaseti-siyasetin-tarihi.
[2] Edhem Eldem, “Osmanlı’dan Günümüze Tarihin Kullanılması ve İstismarı” tr.boell.org/tr/tarihin-siyaseti-siyasetin-tarihi.
[3] Ahmet Vefa Çobanoğlu, “Külliye”, DİB., İslam Ansiklopedisi, c. 26. s. 542.