Orta okulda öğrenciyken Kur’ân-ı Kerim’in ikinci sûresine ismini veren “bakara” kelimesinin anlamını öğrenmiştim. İlgimi çekmişti, ancak niçin bu ismin verildiğini anlamamış, bir hikmeti vardır diye düşünmüştüm. Üniversitede Risale-i Nur Külliyatı ile tanışınca Bediüzzaman Hazretlerinin yorumunu öğrendim. Üstada göre, Nil nehrinden istifade edilerek yapılan ziraata vasıta olan bakar (sığır), o zamanki Mısır toplumunda mukaddes, hatta mabût derecesinde görülür hâle gelmişti.[1]
Hazreti Yusuf’tan (aleyhisselâm) sonra Mısır’a yerleşen İsrailoğulları, Firavun’un kavmi tarafından zamanla köleleştirilmiş ve kendi değerlerine yabancılaşmıştı. Hâkim kavme karşı içlerinde aşağılık kompleksi gelişmişti. Benî İsrail, beraber yaşadıkları Mısır toplumunun terbiyesinden hisse aldıkları için bakarperestlik (sığıra tapma) hissi, onların da seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemişti.[2] Sonuçta Firavun kavminin tanrılarına karşı içlerinde gizli bir hayranlık hissi, bakarperestlik fikri gelişmişti. Hazreti Musa’ya (aleyhisselâm) bakarın kesilmesinin emredilmesi, İsrailoğullarının ruhlarına işlemiş bakarperestliğe, tahakküm altında köleleşmeye ve kompleksleri yok etmeye yönelikti.
Üstadın yorumu aklımı ve kalbimi tatmin etmişti, ancak bu hâdisenin günümüze verdiği mesajın ne olduğu konusunda bir fikrim oluşmamıştı. Sonraki yıllarda bu olayı bir kez daha düşünme ihtiyacı hissettim. Hazreti Musa’nın sihirbazlara galebesini ve diğer mucizelerini gören, sonra ümitleri kesilmiş iken denizin yarılması hâdisesi ile kurtulan bir kavim nasıl olur da ilk fırsatta tapınacak bir buzağı yapar, kudret helvası ve bıldırcınla beslenirken niçin hâlinden razı olmazdı.
Anlaşılan o ki âdeta ikinci bir karakter hâline gelmiş kompleksleri ve Firavun kavmine hayranlıkları sebebiyle ineğe tapma zaafından kurtulamamışlardı. A’râf sûresinde, söz konusu kavmin Kızıldeniz’i geçtikten sonra putlarına tapan bir toplulukla karşılaşınca, “Ey Musa, bunların tanrıları olduğu gibi bize de bir tanrı yapıver!” (A’râf 7/138) dedikleri buyurulur. Bu zaafı idrak eden Sâmirî, Hazreti Musa’nın yokluğunu fırsat bilerek onların altın gibi değerli metallerini bir araya getirip içine giren rüzgârın tesiriyle böğürür gibi ses çıkaran, etkileyici bir buzağı heykeli yapar.
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, “O (Firavun), halkını küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler.” (Zuhruf, 43/54) âyetini yorumlarken, “Eğer bir toplum böyle bir kompleks içinde yaşamaya başlamışsa, sürekli balyoz gibi başlarına inen insanların gözünün içine bakar. Zaten beşer tabiatında idare edenlere, gücü elinde bulunduranlara karşı her zaman böyle bir duygu mevcuttur.”[3] diyerek, otoriter yönetimlerin davranış tarzına ve kitle psikolojisine dikkat çeker.
Kur’ân-ı Kerim’de bahsi geçen hâdiseler, sadece kendi zamanlarına dair değildir. Kıssaların günümüze bakan mesajları da mevcuttur. Bir dersinde Hocaefendi bu hususu şu şekilde vurgular: “Esbab-ı nüzul karakteristik hâdiselerdir, yani birtakım hâdiseleri karakterize eder. Bu kabil hâdiseler her devirde olur. O hâdiselerden ve onlara verilen hükümlerden büyük düsturlar çıkar. Biz tefsirlerde bunları okurken sinema perdesinde hâdiseleri seyrediyor gibi okuyoruz ve bu okumalar esnasında kendimizi hep dışlıyoruz.”[4] Bediüzzaman Hazretleri de Kur’ân’da bahsedilen cüz’i hâdiselerin, küllî düsturların uçları olduğunu ifade eder.[5]
Bir zamanlar görev yaptığım üniversitenin yönetim kadrosuna muhafazakâr görüşlü kişiler gelmişti. Kendilerinin daha önce tenkit ettikleri eski yöneticilerle hemen hemen aynı şeyleri yaptıklarını gözlemledim. Tabiî ki önceki yönetime göre dikkat ettikleri bir husus vardı. Hiçbir toplantıda, üniversiteye ait bir yerde alkollü içki bulunmuyordu.
Sonradan anladım ki maalesef ülkemizde yetişen, patolojik bir şekilde endoktrinizasyona mârûz kalan ve ülkedeki hâkim elit sınıf tarafından aşağılanan muhafazakâr kesim, Hazreti Musa döneminde olduğu gibi, âdeta onlara gizli bir hayranlık besliyordu. Bir yönüyle içlerine, “bakarperestlik” benzeri, otoriteye tapma hissi ve “tek adam sevgisi” işlemişti. Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla, ideolojik tahakkümlerden biraz olsun kurtulduklarında, ilk fırsatta kendi buzağılarını inşa etmeye koyuldular. Sonunda komplekslerini tatmin edecek, kendilerinin de bir buzağıları olmuştu.! Onların buzağısına da dışarıdan bakıldığında kalıp ve kıyafeti hoşlarına gidiyor, onu beğeniyorlardı. Karşılarına geçip konuşunca sözlerine kulak verilecek şekilde çok iyi ses veriyor, tüm aşağılanmışlıklarını, ezilmişliklerini ve komplekslerini unutturuyordu.[6] Ona ulaşmak için en değerli şeylerini, mukaddesatlarını, hatta büyük emekler ve fedakarlıklarla yetiştirilen, kendi içlerinden çıkmış ideal bir nesli bile feda etmeyi göze almışlardı. Hâlbuki daha önce hâkim olan ideoloji, onların nesillerini cahil ve fakir bırakarak bir yönüyle ölüme mahkûm ediyordu. Fakat doğrusu onlar için bütün bunlara değmişti! Artık her dediği doğru olan bir liderleri vardı, gerisi önemli değildi!
Hazreti Musa (aleyhisselâm), Tur dağından dönünce, buzağıyı eritip yok eder ve Sâmirî’yi cezalandırır. Buzağıya tapanlar, tevbeye davet edilir ve “Nefislerinizi öldürün!” emrine muhatap olur.[7] Hocaefendi, bu konuda şu açıklamaları yapar: “Bu âyet-i kerimede yer alan ‘Nefislerinizi öldürün!’ kaydı, birbirinizi öldürün veya buzağıya tapmayanlar, tapanları öldürsün gibi tefsir edilegelmiştir, ama şöyle de tefsir edilebilir: Siz, buzağıya tapmak, onu tanrı edinmekle mademki kendi içinizdeki dinî, içtimaî, fikrî vahdet ve tevhidi bozdunuz ve bir kavga zemini oluşturdunuz; öyle ise haydi birbirinizle kavga edin bakalım veya nefis ve enaniyet cihetiyle ölün ki ruh ve maneviyat adına dirilebilesiniz veya tasavvufî mânâda, ‘İçinizdeki kuvve-i şeheviye, gadabiye gibi kötü duyguları öldürerek nefis ve enaniyet cihetiyle fenâ bulunuz ki kalbî ve ruhî hayatınız itibarıyla bir ‘ba’sü ba’de’l-mevt’e mazhar olabilesiniz.’”[8]
Hazreti Musa’ya “Haydi sen Rabbinle git, ikiniz onlarla savaşın, biz işte burada oturuyoruz.”[9] şeklinde hitap eden ve kendilerine hedef gösterilen kutsal topraklara girme konusunda ayak direyen topluluk, Tih çölünde mihnet ve meşakkate mârûz kalıp yıllarca şaşkın ve perişan bir hâlde dolaşır.[10] Hazreti Musa (aleyhisselâm) mazinin olumsuz tesirlerinden âzâde bir nesil yetiştirerek hedefine ulaşır.
Kur’ân bütün zamanlara bakıyor, doğrudan bize de hitap ediyor, mesaj veriyor. “Zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşiyor.”[11] Eski kavimlere ait hâdiseleri ibret almamız için anlatıyor. Komplekslere batmış, zihinleri ve iradeleri felç olmuş topluluklarla ulvî hedeflere ulaşılamayacağına dikkat çekiyor.
Dipnotlar
[1] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 261.
[2] A.g.e. s. 262.
[3] M. Fethullah Gülen, İmtihanlar Kuşağı (Kırık Testi-18), New Jersey: Süreyya Yayınları, 2021, s. 153.
[4] Ahmet Kurucan, “Kur’ân’ı Dünkü ve Bugünkü Tarihî Gerçeklik Zemininde Okumak”, www.tr724.com/kurani-dunku-ve-bugunku-tarihi-gerceklik-zemininde-okumak
[5] Nursî, a.g.e. s. 261.
[6] Bkz. Münâfikûn, 63/4.
[7] Bkz. Bakara, 2/54.
[8] M. Fethullah Gülen, Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 59.
[9] Bkz. Maide, 5/24.
[10] Bkz. Maide, 5/26.
[11] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 535.