Zorla Kaybetme Vakaları Gece ve Sis

İlk ve en önemli görevi, vatandaşlarının güvenliğini sağlamak olan devlet, hukuku ayaklar altına alıp adaleti, kendi kılıcı ile katledince tam bir suç aygıtına dönüşür ve idareciler (!) muhaliflerini mafyanın kullandığı metotlarla sindirmeye başlarlar. Bu adeseden bakılınca tarih çeteleşen yönetimler ve bunların yaptığı zulmün örnekleriyle doludur.

Dikta rejimler, firavun yönetiminde olduğu gibi, saltanatları yıkılacak diye yeni doğmuş çocukları bile katlederler,[1] masum insanları bertaraf etmeyi bir yönetim politikası olarak belirlerler ve ülkelerini böyle bir gerilim ve korku atmosferinde yönetirler. İnsan kaçırma ve kaybetme, bu yönetim anlayışının temel araçlarından biridir.

İnsanların hürriyetlerinin devlet görevlileri veya hükûmet tarafından yetkilendirilmiş, desteklenmiş veya zımnen onaylanmış kişi veya gruplar tarafından tahdit edilip daha sonra bu özgürlük tahdidinin varlığının inkâr edildiği veya zorla kaybedilen insanların nerede bulunduklarının veya âkıbetlerinin ne olduğunun gizlendiği vakalar, “zorla kaybetme vakaları” olarak görülür. Uluslararası hukuk, zorla kaybedilmeyi ağır bir suç olarak görür ve her şartta yasaklar. Bu yasak sadece bu tür vakaların engellenmesini değil, zorla kaybedilme iddialarının soruşturulması ve sorumluların yargılanması görevini de içerir. Zorla kaybedilmeler, devletler tarafından teşvik edilen politikaların ve uygulamaların veya devlet görevlilerinin sivillere karşı yürüttükleri daha geniş saldırıların parçası olarak yürütüldüklerinde, insanlığa karşı bir suç da söz konusu olabilir.[2]

Sözde darbe bahanesi ile bir gecede suçlu ilan edilen Hizmet mensubu insanların bir kısmı yurt içinde ve dışında kaçırıldı. Bunlardan bazıları günler sonra bir hapishanede ortaya çıkarken birçoğundan hâlâ haber alınamıyor.

Devletin imkanlarını kötüye kullanarak pervasız bir şekilde ağır suçlar işleyen ve temel insanî hakları ihlal eden bir grup, dün beyaz Toros, bugün siyah Transporter ile insan kaçırarak muhaliflerine gözdağı vermeye devam ediyor.

Hüseyin Morsümbül daha lise öğrencisiyken Bingöl’de yaşadığı ev, polis ve askerlerce basılarak gözaltına alındı. Olayın üzerinden 30 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen kendisinden hâlâ haber alınamadı.

Anne Fatma Morsümbül yanık yüreği ile yıllardır oğlunu arıyor; kalbi her gün oğlunun ölüm haberini alıyor gibi kanıyor. Ailesi oğullarına ne olduğunu öğrenmek için uğraşmış. Yıllar boyu verilen dilekçeler işleme konulmayarak imha edilmiş. Hüseyin’in annesi, yanık yüreğiyle, “Oğlumun kemiklerini bulsam omzumda taşıyacağım. Çünkü kokusunu çok özledim.” diye haykırıyor.
Suç örgütüne dönüşen bir devlette, vatandaşlarının cenazeleri bile emniyette değildir. Hakkâri’de bir askerîaracın geçişi sırasında düzenlenen mayınlı saldırıda hayatını kaybeden Uzman Çavuş Mehmet Çiftçi’nin cesedi bir türlü bulunamamıştır. Aile fertleri, aramalara katılmak istediklerini defalarca dile getirmiştir. Kayıp askerin yıllardır diyaliz tedavisi gören annesi Döndü Çiftçi şunları ifade etmiştir: “Beni götürün yavruma. Ben bulurum onu, kokusundan tanırım. Uçaklarınıza bindirin, giderim. Kurban olurum size. Deliklere bakarım, yollara bakarım. Kuzumu kokusundan bulurum.”[3]

Devlet eliyle insan kaçırma, meşruiyetini yitirmiş yönetimlerde, muhalifleri sindirme ve korku ortamı oluşturmada bir yöntem hâline gelmiştir. Muhaliflerine hukuk içinde atf-ı cürümde bulunamayan idareciler, güçlerini bu şekilde korku ortamı oluşturarak göstermektedir.

Nazi Almanya’sı, bu konunun tipik örneklerinden biridir.

Hitler, 7 Aralık 1941 tarihinde yayımladığı kararname ile rejim muhalifleri için bir korku iklimi oluşturmuştu. Daha sonra “Gece ve Sis” (Nacht und Nebel) ismiyle anılan bu kararname ile devlet kurumlarına, işgal ettikleri ülkelerdeki muhalifleri Almanya’ya gönderme yetkisi verildi. Bu kararname ile Alman ordusunun genelkurmay başkanlığını yapan Wilhelm Keitel’e, işgal altındaki bölgelerde “komünist unsurlara ve diğer muhaliflere” karşı harekete geçmesi talimatı verildi. Yaklaşık yedi bin kişi gözaltına alındı ve kayboldu. Bunların bir kısmı gözaltındayken öldü. Alman devletine veya işgalci güçlere karşı işlenen suçlar için uygun görülen ceza ise idamdı. Birçok muhalif göstermelik yargılamalar ile tutuklanıp Almanya’ya getirildi, sorgu ve yargılamaları gizli yapıldı.

Nasyonal Sosyalistler şüphelilerin gizlice sınır dışı edilmesinin (kaçırılmalarının) muhaliflere gözdağı verme açısından son derece etkili bir yöntem olduğunu anladıklarında sanıkları iz bırakmadan kaybettiler; nerede oldukları ve âkıbetleri hakkında yakınlarına kesinlikle bilgi vermediler. Böylece Naziler, bugün hâlâ diktatörlükler tarafından kullanılan bir terör aracı icat ettiler: “Devlet eliyle insan kaçırma.”

Yakalama, sorgu ve yargılama gibi adlî prosedür esnasında kaçırılan muhalifler; “NN mahkûmları” olarak adlandırıldı ve gizli tutulan duruşmalarına, “NN işlemleri” veya “NN davası” adı verildi. NN, muhtemelen Latince “nomen nescio” kelimelerinin baş harflerinden oluşan kısaltmaydı ve “adını bilmiyorum” anlamına geliyordu. Ancak Nazi Almanyasında bile NN genellikle “Gece ve Sis” (Nacht und Nebel) olarak tercüme edildi. “Gece ve Sis” tabiri, kaybedilen insanlar için acıyı, Naziler için ise gizem ve gücü temsil ediyordu. II. Dünya Savaşından sonra Nazilerin yargılandığı Nürnberg Savaş Suçları Duruşmaları ile birlikte Hitler’in 7 Aralık 1941 tarihli kararnamesi, genellikle “Gece ve Sis” kararnamesi olarak isimlendirildi.

“Gece ve Sis” kararnamesi, Ağustos 1944’e kadar yürürlükte kaldı. Bu süre zarfında Nasyonal Sosyalistler; Fransa, Belçika, Hollanda ve Norveç’ten yaklaşık yedi bin sivili Almanya’ya sürdü veya kaçırdı. En az 340 muhalif ölüm cezasına çarptırıldı. Sürgün edilen birçok insan hapishane ve toplama kamplarında öldü ve sayıları savaştan sonra bile tespit edilemedi.[4]

Nazi rejimi, NN kurbanlarını genellikle yazar, gazeteci, düşünür gibi halk üzerinde tesiri olan ve muktedirlerin hatalarını halka korkusuzca anlatan insanlardan seçmiştir. Rejim, halkın uyanması ve organize olup iktidara karşı direniş göstermesi ihtimaline karşı, ülke içinde ve dışında sürekli operasyonlar yaparak gözdağı vermiştir.

Belçikalı Willy Sel bu tehlikeli (!) muhaliflerden biriydi. Nazilerin oluşturduğu “Gece ve Sis” ortamında kaçırılıp Almanya’ya götürüldü. Ağustos 1941’de tutuklandı ve Gestapo tarafından işkence gördü. Akrabalarıyla görüşmesine izin verilmedi. 1942 ve 1943 yıllarında farklı hapishanelerde kaldı.[5] Ağustos 1943’te yargılandı ve vatana ihanetten mahkûm oldu. 1944 yılında idam için Dachau toplama kampına getirildi, ancak savaşın sona ermesinden dolayı ülkesine geri döndü ve yaşadıklarıyla ilgili birçok yazı kaleme aldı, röportajlar verdi.[6]

Devleti yönetenlerin hukuku katletmelerinden sonra oluşan zulüm ortamının kurbanları; hakikati arayan, hukuk diyen ve adaleti haykıran insanlar olmuştur. Devlet, kimi zaman siyasetin esiri olmuş mahkemeler vasıtasıyla, kimi zaman da suç örgütüne dönüşmüş yapısıyla farklı çetelerle birlikte hareket etmiş ve muhalif gördüklerini hain ilan ederek onları bertaraf etmiştir. İnsan kaçırma ve faili meçhul cinayetler bu kabildendir.

Kendilerini yönettikleri ülkelerin tek sahibi olarak gören[7] tiranlaşmış ruhlar ve şürekâsı, dünya saltanatlarını sarsacak her türlü hak arayışına terör damgası vurmuş ve insan kaçırma ve kaybetme gibi birçok insanlık suçunu kendilerince meşru hâle getirmişlerdir.

Yönettikleri milletlerin başına bela olan bu yapılar, toplumun hipnoz edilmiş bir kesimi tarafından desteklenir ve bu destek ölçüsünde ömür sürerler. Bu türlü gayrimeşru yapılarla mücadele, hukukun içinde kalarak kamuoyu oluşturma ve yapının mağdur ettiği bütün kesimlerin omuz omuza vermesi ile mümkün olacaktır.

Zulmü tüm platformlarda asrın dili ve gereklerine uygun haykıran mağdurların gayreti, hukukun yeniden tesisi adına son derece önemlidir.

Kaçırılanlardan bazıları, yakınlarının gayretleri ile oluşan kamuoyu ve her kesimden insanın el ele vermesi sayesinde bulundu. Aynı şuur ve gayretin devam etmesi, diğer kayıpların da bulunması ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir yönetim anlayışının yeniden tesisi dilek ve dualarımızla…

Dipnotlar

[1] Bkz. Kasas, 28/4.

[2] “Türkiye: Zorla Kaybetme Vakaları ve İşkence”, www.hrw.org/tr/news/2020/04/29/341339

[3] Kesal Ercan, Peri Gazozu, İstanbul: İletişim Yayınları, 2022, s. 120

[4] “Nacht-und-Nebel-Erlass”, www.gra.ch/bildung/glossar/nacht-und-nebel-erlass/

[5] “‘Night and Fog’ Prisoners”, www.hdbg.de/dachau/pdfs/09/09_03/09_03_01.PDF

[6] “Willy Sel, Zeitzeugen-Interview”, www.getuigen.be/Getuigenis/Sel-Willy/tkst.htm

[7]Firavun halkına duyuru yapıp dedi ki: ‘Ey benim halkım! Mısır’ın yönetimi benim elimde değil mi? Ayaklarımın altından akan şu nehirler, kanallar benim değil mi? Görmüyor musunuz?’” (Zuhruf, 43/51).

Bu yazıyı paylaş