Önce Muhafaza, Sonra Bilme

Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) Mısır Melikinden vazife talebi, Kur’ân-ı Kerim’de kıssaların en güzeli olarak adlandırılan Yusuf sûresinde anlatılır:

Yusuf: ‘Beni ülkenin hazine işlerinden sorumlu bakan olarak vazifelendir. Çünkü ben malları iyi korur, işletme ve yönetimi iyi bilirim.’ dedi.” (Yusuf, 12/55).

Bu âyette vazifeyi talep ederken iki önemli hususa dikkat çekilmiştir; muhafaza ve bilme. Âyet “hafîzun alîm” ile biter. “Koruma”, “bilme”nin önünde zikredilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de bir kavramın diğerinden önce gelmesini, usul âlimleri önemli bir husus olarak değerlendirir; bu âyetin fezlekesinde “hafîz”in “alîm”den önce gelmesinin mânâya tesirini vurgularlar.

Âyet “temekkün”, “hafîz” ve “alîm” tabirleri üzerine örgülüdür.Temekkün” yerleşmek, vakarlı veya temkinli olmak veya bir sultanın yanında rütbe sahibi olmak, “hafîz” iyi korumak, “alîm” de iyi bilmek anlamına gelir.

İlimde ve yapılacak her işte esas olan, önce “muhafaza etme” sonra “bilme”dir. Bütün ilimlerin temeli bu vasıflara dayanır. Tıp ilminden bir misal verecek olursak: Talebeye hekimlik sanatı öğretilirken ilk kural önce zarar vermeden hastayı koruma, sonra öğrendiklerini uygulamadır, yani önce “hıfzıssıhha”, arkasından klasik tıp uygulamaları gelir.

Vazifelendirmede muhafaza etme ve bilmenin gerekliliğinin anlatıldığı bu âyetin, arkasından gelen âyete, “böylece” anlamına gelen “kezâlike” ile bağlandığını görürüz. Muhafaza etme ve bilmenin bir sonucu olarak temekkün etme, yani konumun sağlamlaştırılıp kök salınması nazarlara verilmektedir:

Böylece Yusuf’un o ülkedeki konumunu sağlamlaştırdık, artık o ülkenin dilediği yerinde oturabilirdi. Biz rahmetimizi dilediğimiz kimselere sunarız ve iyi davranışlıları ödülsüz bırakmayız.” (Yusuf, 12/56).

Bu âyet, devlet yönetimi ile ilgili olsa da “Sebebin hususiliği, hükmün umumiliğine mâni değildir.” kaidesince, herhangi bir vazifeyi tevdi ederken müracaat edilmesi gereken bir düstur olarak değerlendirilmelidir.

Ticarî işlerde de bu mühim husus nazara alınabilir. Konumun sağlam olması olarak anlayabileceğimiz, şirketlerin kök salmasının iki kuralı, emaneti muhafaza etme ve bilmedir. Güvenilir olunduğu hâlde piyasa şartları bilinmiyorsa maalesef şirket temekkün etmeyecek ve sonuç fiyasko ile neticelenecektir. Âyet iyi davranışların hediyesinin verileceğine dair bir fezleke ile bitiyor. Demek ki bu vasıflar ittihaz edilirse Allah’ın rahmeti ve bereketinin gelmesi muhtemeldir.

Âyette bahsi geçen kelimeler “nekre” olarak kullanılmış, yani işaret edilen nesne veya kavram açıkça belirlenmemiştir. Bu kullanımla, her türlü koruma ve bilme kastedilir. Demek ki her türlü yönetime talip olanlar veya vazifeye getirilenler, her açıdan emin ve bilgili olmalıdırlar.

Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri de kemale ermenin en önemli gereğinin ilim ve dua olduğunu eserlerinde vurgular.[1]

Muhafaza etme ve bilme, terazinin iki kefesi gibidir. Emaneti korumada kifayetsiz olanlar, her türlü bilgi ile mücehhez olsalar da güvenilir olmadıklarından dolayı sisteme büyük zararlar verirler. Emaneti korumada yeterli olanlar bilgiden yoksun iseler, bu da zararın diğer bir boyutu olarak karşımıza çıkacaktır ki bu iki kavram birbirinin olmazsa olmazıdır.

Nisa sûresinde emanetlerin ehline verilmesinin ardından gelen hususiyet, adaletle hükmetmedir. Adaletle hükmetme, bilmeye vâbestedir. Meseleleri her yönü ile bilmeyenler, adaletle hükmedemezler. Çözülmesi gereken bir ihtilafta hakem, tıbbî bir problemde hekim ve bir şahıs ile ilgili hukukî bir hüküm vermede hâkim, kılı kırk yararcasına her meseleyi bilmeli ve itidalle karar vermelidir. Âyette insanlar arasında hüküm verilirken adaletle hükmedilmesi emredilir. Adalet her şeyi yerli yerinde, kıvamında ve dengede yapma iken zulüm ise bir şeyi yerinden etmektir.

Allah, size bütün emanetleri ehillerine vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Böylece Allah, size gerçekten ne güzel öğüt veriyor ne güzel yol gösteriyor! Hiç şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla işiten ve görendir.” (Nisa, 4/58).

İşin ehline verilmesi, dünyada dengeyi ayakta tutacak olan en önemli amildir. Emanetin ziyan edilmesi ise bütün dengeleri ortadan kaldıracaktır. Dengesizliklerin mevcudiyetinde ifrat ve tefritler hâkim olacaktır ki bu da fasit daireler zincirinin başlangıcıdır.

Vazife talep etme İslam’da hoş karşılanmaz, İslam’a göre bir yerde işi yapabilecek başkaları varsa, mümin o işin altına girmemeli ve “Bu vazifeyi kardeşlerim yapsın.” demelidir. İstisnaî olarak, bir yerde Müslümanlık adına liyakatli kimse yok ise bu kişinin işe talip olması dinin emridir ki Hazreti Yusuf (aleyhisselâm), “Ben işletme ve yönetimi iyi bilirim” ifadesini putperest bir cemaate karşı söylemiştir. Vazife istemede Fethullah Gülen Hocaefendi’ye göre bu istisnalar şunlardır:

  1. Toplumu ilgilendiren bir işte kendisinin ehil olduğunu düşünüyorsa isteyebilir.
  2. Toplumda bu işi yapacak başka kimseler olmadığına kani ise isteyebilir.
  3. Vazife talep edenin kendisiyle ilgili güven problemi olmamalıdır.[2]

Vazife isterken Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) peygamber olması en önemli hususiyetidir. Peygamberler, vahye dayalı bir ilme ve fetanete sahiptir. Fetanet, hikmet ve ferasetin son noktasıdır. Peygamberler bu vasıflarla mücehhez olduklarından lider olmayı içlerinde barındırırlar. Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) vazife kendisine tevdi edilince iktisadî yapıyı düzene koydu, tarıma önem verdi, Kenan ilinde yetişen ürünleri Mısır’a getirtip yetiştirtmeye başladı, üretimi artırdı, artan emtiayı ambarlara koydurdu, çevre ülkelerde ciddi kriz varken ülkeyi büyük bir ticaret ve cazibe merkezi hâline getirdi, hatta çevre memleketlerden gelen ihtiyaç sahiplerine de yardımda bulundu.

Kur’ân’a göre temekkün etmenin gerekliliklerinden ikisi, “emaneti muhafaza etme” ve “bilme” olarak karşımıza çıkmaktadır. Şayet kök salınırsa, gelecek belalar ve sarsıntılar, üzerimizdeki tozları ve kirleri temizlese de kökten kırılmaya sebep olmayacaktır. Hizmet’te de temadi bu iki faktöre bağlıdır. Birincisi tevdi edilen işleri, emanete zarar vermeden, hakkı ile îfâ etme, ikincisi de Hizmet’in felsefesine vâkıf olma, kitabî malumata ve pratik tecrübelere sahip olmadır. Hizmet Hareketi’nin temekkün etmesi de tarihteki misaller gibi Hizmet’in ekolleşmesi olarak anlaşılabilir. Ekolleşmenin gereği de emanete riayet ve ilimdir.

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, “O şatafata, o debdebeye, o ihtişama bakıp da bir şey oluyorlar zannetmeyin. Burada ben akıbetleriyle alakalı bir şey derken sadece, âdet-i ilahiyeye dayanarak arz ediyorum: Çok yakın bir gelecekte, saman çöpü gibi sağa sola savrulduklarını gördüğünüzde o Kârûn’un servetine bakıp da ‘Keşke bizim de olsaydı!’ falan diyen insanlar gibi, -hakikati görünce- ‘Allah’a hamdolsun ki Allah bizi onlar gibi etmedi!’ diye ferih fahur sevineceksiniz, Allah’a hamd u senada bulunacaksınız.”[3] ifadelerini temellendirdiği âyetlerden birisi de bu âyet olsa gerektir.

Saman çöpü gibi savrulacak olanlar, kendilerine verilen emaneti muhafaza etmekten âciz haramiler ve meselelerden haberi olmayan cahillerdir. Haramilik ve cehaletlerini örtbas etmeye çalışırken zulmü bir kalkan olarak kullanmaktadırlar.

Maddî ve manevî muvaffakiyet, Kur’ân hakikatlerinden ders alıp verilen emaneti muhafaza etme ile birlikte hakiki ilim sahibi olmakla gerçekleşir.

Dipnotlar

[1] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 336.

[2] M. Fethullah Gülen, “İdareye Talip Olmak”, fgulen.com/tr/eserleri/bahar-nesidesi/idareye-talip-olmak

[3] M. Fethullah Gülen, “Kârûn’un Değil Selef-i Sâlihînin Yolunu Seçin”, 9 Nisan 2015, www.herkul.org/herkul-nagme/462-nagme-karunun-degil-selef-i-salihinin-yolunu-secin/

Bu yazıyı paylaş