“Bir Küsuf Daha Sona Ererken” umudu ve muştusu ile yola çıkan Çağlayanlaşmış Sızıntı ile, tam beş yıl sonra, Atina’da tanıştım. İlk defa elime aldığımda, kadim bir dostla buluşmuş gibi hissettim kendimi. Onun çehresini seyrederken seneler sonra kavuşan dostların unutamadıkları hatıralara dalması gibi, tam 43 yıl öncesine gittim.
1979 senesiydi. Hâfızlık çalışıyordum. Bulduğum her fırsatta soluğu mahallenin camisinde, sonrasında ise yakındaki “dershanemiz”de alıyordum. Orada âdeta boyut değiştiriyor, farklı bir evrene ışınlanıyor, bitmesini hiç istemediğim düşler gibi, bambaşka bir hayatın içinde buluyordum kendimi. Sadece bana özgü olduğunu zannetmediğim bu hakikati şimdilerde daha iyi anlıyorum. Lezzetli yemek yapmakta kimselerin eline su dökemeyeceği anacığının yaptığı makarnaya, bulgur pilavına ve pırasaya el sürmeyen, burun kıvıran bir yaramaz çocuğun, kendisinden sadece birkaç yaş büyük abilerinin yaptığı bu yemeklere iştahla saldırmasını başka türlü izah etmekten hâlâ âcizim.
Soğuk bir şubat günüydü. Öğle namazından çıkmıştık. Abimiz, aynı zamanda mahallenin camisinde imamlık yapıyordu. Dışarıda onun gelmesini bekliyordum. Az sonra, her zamanki mütebessim hâliyle kapıda belirdi. Elinde küçük bir paket vardı. Ben daha bir şey demeden paketi elime tutuşturdu ve “Hadi bakalım Ali kardeş, şimdi Hizmet zamanı.” dedi. “Ne yapacağız abi?” dedim merakla. “Bu dergileri esnaf ağabeylere dağıtacağız.” diye cevap verdi.
Sızıntı ile tanışmam böyle olmuştu. Kapağında ağlayan bir çocuk resmi vardı ve tıpatıp benim en küçük kardeşime benziyordu. Belki de o yüzden görür görmez sevmiştim Sızıntı’yı. Dergi, “Bu Ağlamayı Dindirmek İçin Yavru” diye başlıyor ve bizim için yola çıktığını söylüyordu. Yazanın ismi yoktu. Yazar adının olduğu yere “üç yıldız” konmuştu. “Kim abi bu üç yıldız?” diye sorduğumu, abimin soruma tebessümle mukabele ettiğini, hâlâ hatırlıyorum.
Sonrasında Sızıntı hayatımızın neredeyse her anına girmiş ve bizi derinden etkilemişti. En basitinden, önceleri evde demlik boyu içtiğimiz çaylar, Sızıntı’dan sonra, “üç yıldız”ın yazılarından pasajlar ezberleme şartına bağlanmıştı. 40 yıl önce ezberlediğim bazı paragrafları, çocukluğumun en güzel hatıraları arasında saklıyorum.
Hâfızlıktan sonra imam hatip okuluna kaydolmuştum. Okulda en mühim Hizmet aksiyonlarından biri, Sızıntı’ya abone bulmaktı. Şubat ayı, abone mevsimi demekti bizim için. O dönemler Sızıntı’yı görünür yerlere asmayan, sorunca “Yok!” diyen, müstehzi bir edayla “O ne?” diye soran gazete büfesi sahiplerine karşı verilen amansız mücadeleler! Sabah “Yok!” diyen büfe sahibine, akşama doğru bir arkadaşımızı göndererek tekrar sordurmak… Yarın, ertesi gün, bir daha sordurmak… Bıkmadan, usanmadan, hep aynı iştiyakla…
Dolmuşlarda, otobüslerde, çay ocaklarında ve pastanelerde Sızıntı’yı unutmak! Birinin görüp alması, okuyup sevmesi duasıyla Sızıntı’yı unutmayı unutmamak oralarda! Sonra çay ocaklarını, kahvehaneleri ve pastaneleri, “Biri almış mıdır acaba?” diyerek kontrol etmek… Dergiyi göremediğinde, bir tane daha bırakmak sevinçle…
Bir gece babamızdan kahvehaneye gitmek için izin istemek… Çatılan kaşlarını, “Sızıntı’nın reklamı çıkacak baba televizyonda.” diyerek yumuşatmak… Kahvehanede, milletin garip bakışlarını umursamadan nefesimizi tutup gözlerimizi reklamlara çevirip beklemek… Süre uzadıkça sabırsızlanmak, “Çıkmayacak mı acaba?” demeye başlamak… Nihayet Sızıntı’yı ekranlarda görmek… Arkadaşlarla birbirimize sarılmak…
Derken kendimizi, elimizde numunelerle Sızıntı takvimi pazarlamak için esnaf esnaf dolaşırken bulmak… Düşünsenize, takvim bastırmayı kabul eden esnafın iş yerinde, evinde, bürosunda tam bir yıl Sızıntı takvimi asılı kalacak. Dahası müşterilerine dağıtacak. Onlar da evlerine ve iş yerlerine asacaklar. O zamanlar bundan daha güzel reklam olur mu? Her şey bir yana, yaşlı başlı esnafların, henüz bıyığı bile terlememiş bir delikanlıya itimat etmesinin keyfini sürmek…
Okulda çıkardığımız duvar gazetesini Sızıntı ile süslemek… Bütün okulu Sızıntı’dan haberdar etmek, ona özendirmek… Yazısı inci gibi olan bir arkadaşın maharetiyle, üç yıldızın ölçülerini, duvar gazetesinin ortasına, kalb yazısı gibi yazmak. Sızıntı’da yer alan fotoğraflarla panoyu bezemek… Sonra teneffüslerde duvar gazetesinin çevresinde kümelenen, merdivene doğru kuyruk olan arkadaşları seyretmek, hâlâ tarifini bulamadığım bir hazla…
Küçük ilçemizi Ankara ve İstanbul’a bağlayan yolların en görünür yerlerine Sızıntı tabelalarını asmak… Geliş ve gidiş istikametinden rahatlıkla görünüyor ve okunuyor mu diye defalarca kontrol etmek “Aydınlık yolun dergisi Sızıntı” yazısını… Sonrasında memlekete gelir giderken bir refleksle yerinde duruyor mu diye dikkat kesilmek yola, seneler boyunca… Her gördüğümüzde anmak o günleri, tebessüm etmek ve el sallamak eski bir tanıdığa rastlamışçasına… Çocuklarımıza anlatmak o hikâyeyi, tuhaf bulacaklarını bile bile…
Türkçe hocamızın kompozisyon kağıtlarımızı her defasında kırmızı kalemle baştan aşağıya boyaması… “Hayat” yerine “yaşam”, “cevap” yerine “yanıt”, “ihtimal” yerine “olasılık” kullanılmasında ısrar etmesi… Bu dayatmaya karşı, başyazılardan devşirdiğiniz kelimelerle direnmek… Üç yıldızın kuyumcu titizliğiyle kullandığı kelimelerle idrak etmek Türkçenin güzelliğini… Türkçenin ruhunun, sesinin ve musikisinin künhüne ermek… Oradan alınan güç ve ilhamla zerre kadar sarsılmamak…
Bir gün, Sızıntı sayfaları arasında bir yazınızı görmek … Sevinçten ne yapacağınızı şaşırmak… “Allah!” diye bir çığlık atmak arkadaşlarınızın şaşkın bakışları arasında… Nereye gittiğinizi fark etmeden koşmak… Kafanızı bir elektrik direğine çarpmak… Sevincinizin acınızı bastırması… Akşama kadar ne yaptığınızı bilememek… Üç yıldızla aynı dergide yer almanın anlatılamayacak saadeti…
Bulunduğunuz ilde Sızıntı’nın yayın heyetine kabul edilmek… Sızıntı muhtevası için gayret etmek, gelen yazıları gece yarılarına kadar mütalaa etmek… Kanasıya faydalanmak… Fazilet timsallerini tanımak; onlarla aynı havayı teneffüs etmek… İple çekmek bir sonraki heyet toplantısını…
Benzersiz heyecanlarla “Sızıntı Bilgi Yarışması” tertip etmek… Sızıntı’nın Çağlayan’a dönüştüğünü görmek… İçinizin içinize sığmaması… Tam o esnada bir ortaokul talebesinin usulca yanınıza sokulması ve utanarak “Abi, dergiye abone olur musun?” diye sorması… “Elbette!” cevabını duyunca gözbebeklerinde yakamozlanan sevinçte eriyip gitmek…
Sonra Sızıntı’nın kurutulmasına şahit olmak… Çaresizliği iliklerinize kadar hissetmek… Canınız kadar sevdiğiniz birini kaybetmenin dayanılmaz acısı… Yalvarmak Allah’a, dualardan bir yuva kurmak ve sığınmak o yuvaya bir güvercin gibi…
Ben ve benim gibi binlercesinin Sızıntı macerasıdır bu…
Beş yıl sonra, Atina’da misafir edildiğim ışık evde, Çağlayanlaşmış Sızıntı ile tanıştığımda, gözlerimin önünden bir film şeridi gibi akıp geçti bu macera. Artık kimin yazdığını dünyanın bildiği başyazıya döndüm. “İnsanoğlu, yeryüzüne ayak bastığı günden beri hep huzur rüyaları görmüş, huzur sayıklamış, huzur arkasından koşmuş ve huzur uğrunda ne kavgalar, ne kavgalar vermiştir.”[1] diye başlıyordu. Daha ilk cümleden almıştım nasibimi. Huzura ermek için gereken vazifeleri yapmaya, son nefesime kadar devam etmeliydim. Yaşayacak isem bunun için yaşamalıydım.
Dipnot
[1] M. Fethullah Gülen, Işığın Göründüğü Ufuk (Çağ ve Nesil-7), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 258.