Kelâm sıfatının yüce bir tecellisi olan Kur’ân, İlahî hakikatlerin beyan edildiği en kıymetli hikmet kitabıdır. Diğer semavî kitaplarda olduğu gibi, içinde Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar uzanan nübüvvet çizgisinden bahisler de mevcuttur.
Kur’ân hadiseleri, şahısları, hatta kavimleri temel karakterlerine göre ele almış ve bunlardan bizlere dersler sunmuştur. M. Fethullah Gülen Hocaefendi, Şuarâ sûresinde bahsi geçen kavimlerin karakteristik özellikleri ve davranış psikolojilerine dikkat çeker.[1] Kur’ân; mü’min, kâfir ve münafıkları da bu temel espriye bağlı olarak bize anlatır. Mü’minun sûresinin başında anlatılanlar, bütün inananlar için bir ölçüdür.[2] Bir kişi, Kur’ân’da anlatılan münafık karakter ve vasıflarına meylettiği ölçüde imandan uzaklaşmış, nifaka yaklaşmış olur. İki temel kaynağımızdan biri olan Sünnet’e de bu açıdan bakılmalıdır. Efendimiz, nifak karakterini yansıtan dört hasleti saydığı bir yerde bunların hepsini üzerinde taşıyana “halis münafık” demiştir.[3]
Kur’ân, kendine has bir üslup ve anlatış tarzına sahiptir. Tasrif üslubu olarak da adlandırılan bu üsluba göre, aynı olay farklı yönleriyle, benzer şahıslar, karakterlerinin farklı yansımalarıyla birden fazla yerde anlatılabilir. Münafıklar da pek çok yerde anlatılır, karakteristik özellikleri nazarlarımıza sunulur. Bakara sûresi (8–20. âyet), Tevbe sûresi (40–110. âyet) ve Nisa sûresi (60. âyetten itibaren) bu yönüyle incelenebilir. Nifak karakterinin müstakilen anlatıldığı Münâfikûn sûresi de en açık misallerden biridir. Bu sûrede münafıkların şu üç vasfı göze çarpar: yalan, korku ve kibir.
Nifak Muzır Bir Yalandır
İnsanın hakikate muhalif söz ve tavırlarına yalan denir. Rabbimiz her hâlimizi görür ve her sözümüzü işitirken kişinin yalana girmesi onu baş aşağı felakete götürür. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine art arda yöneltilen sorulara verdiği cevapta mü’minin yanlışlar yapabileceğini, günahlara düşebileceğini, ancak yalana asla giremeyeceğini ifade etmiştir.[4] Çünkü yalan Allah’ın Müheymin ismine bir iftiradır. Rabbimiz her şeye şahittir.
Münâfikûn sûresinin ilk âyetinde yalana işaret edilir. Bu âyette, doğruluğun daha önemli hâle geldiği “şahitlik” fiilinin kullanılması, anlatıma güç katar. Kâinattaki en doğru hakikat tevhit ve onunla sıkı sıkıya ilişkili olan Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaletidir. Kur’ân, münafıkların dile getirdikleri hakikatin doğru olduğunu fakat onların bu hakikati kalben tasdik etmeyip yalan söylediklerini beyan etmiştir. Efendimiz de mü’minleri dikkate sevk eden beyanlarında nifakı anlatırken yalanı ilk sıraya koyar. Kur’ân’da ve hadislerde geçen yalanı sadece dile indirgemek ise meseleyi daraltmak olur. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri yalanı anlattığı yerlerde, onu farklı yönleriyle ele alır. Ona göre münafıklığın, riyakârlığın, dalkavukluğun ve mübalağanın temelinde hep yalan vardır.[5]
Yalan, toplumsal hayatın temelindeki güveni zedelediği gibi, İslamî ve insanî ilişkileri de zehirler. Maalesef geçmişten günümüze münafıklar bu muzır silahı kullanmaktan geri kalmamıştır. Hendek kuşatmasında mü’minlerin kuvve-i maneviyelerini yalanlarla sarsmış, İfk Hadisesi’nde iftiralar atarak bizzat Efendimizi hedef almışlardır. Uhud dönüşü ve Tebük gazvesi gibi mü’minlerin daha hassas olduğu süreçlerde münafıkların tahripkâr yalanlara sık başvurması dikkat çeker.
Yalan (kizb); küfrün temelidir, nifakın en önemli işaretidir, yüksek ahlakı tahrip eder, toplumu zehirler, bozgunculuğa sebep olur, insanların manevî gelişimine engel olur. Doğruluk ise imanın hususî keyfiyetidir, noksanlıklardan kurtarır, yüksek ahlakın canlı kalmasını sağlar, gelişmenin vesilesidir ve toplum düzeninin temelidir.[6]
Korku ve Paranoya
Korku, insanın iradesini bağlayan zaaflardan biridir. Bu damardan şeytana ve avenesine yakalanmış insanlar, kendilerinden beklenmeyecek yanlışları yaparlar. Güçten uzak olduklarında pısırık ve etkisiz olan korkak ruhlar, güç elde ettiklerinde paranoyak hâle gelebilir. Korkunun bu dehşet verici yönlerinden sakındırmak için Asr-ı Saadet’in ilk günlerinden beri cesaret ve şecaat övülmüş, mü’minlere kendileri gibi davranmaları gerektiği anlatılmıştır.
Bakara sûresinin başlarında yapılan münafık tarifinde, her şeyden korkan, sürekli karanlıklar içinde kalan ve bunlardan sakınmak için gözlerini kapatıp kulaklarını tıkayan çaresiz bir insan karşımıza çıkar. Sûrenin dördüncü âyetinde ise münafıkların içine düştüğü bu korkunun paranoyaya dönüşmesi anlatılır. Dual yaşadıklarından ve mü’minler aleyhinde sürekli komplolar düzenlediklerinden dolayı en ufak hadiseden bile pirelenir, yerli yersiz her hadiseyi aleyhlerinde değerlendirirler. Öyle ki rahmet vesilesi olacak güzellikler, onların korku ve paranoya atmosferinde olumsuz bir havaya bürünür. Bulunduğu mevkii kaybetme korkusuyla Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) düşmanlık besleyen Abdullah ibn Übey ibni Selül, ilk günden bu sebeple nifaka yuvarlanmış, örgütlediği kimselerle sürekli Peygamberimiz ve Müslümanlar aleyhinde çalışmalar yapmış ve diğer insanların da ebedî hüsranına sebep olmuştu.
Münafıklar, korku saikiyle hareket ederek planladıkları işlerde, en kutsî meseleleri bile istismar etmekten geri kalmamıştır. Mü’minler aleyhinde planlar üretmek için inşa ettikleri Mescid-i Dırâr bunun en açık misalidir. Bu mescit sonradan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından yıktırılmıştır. İçlerinde nifak ve korku tohumu taşıyan paranoyak ruhlar, günümüzde de benzer metotlar kullanmaktadır. M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ifade ettiği gibi, İslam dünyasına musallat olmuş paranoyak ruhlar; sürekli vehim, korku ve şüphelerle hareket ederler. Dahası bu korku onlara akla gelmedik zulümler işletmeye başlar. Vicdanlarını rahatlatmak için çeşitli yerlerden cevaz (!) alsalar dahi ruhları bu paranoyayla ezilmiş durumdadır.[7]
Kibir
Halkın hakkını istismar, Allah’ın koyduğu sınırlara tecavüz anlamına gelen kibir, ciddi bir karakter bozukluğudur. Emaneten verilen nimetlerin gerçek sahibiymiş gibi davranma, hatta onları diğer insanlara tepeden bakmak için kullanma, nifakın ve küfrün en büyük sebeplerindendir. Kibir insana yakışmaz, çünkü emanetçi asla mal sahibi gibi davranamaz. Kur’ân’da mütekebbirleri bazen çalım satarken, bazen de şatafatlı sözler söylerken görürüz. Bazen mukaddesatı alaya alırken karşımıza çıkarlar, bazen de mü’minleri hor görürken… Kalblerinde kibir marazının baş göstermesi, Hakk’ın takdirine razı olmamanın bir karakter hâline gelmesi, beklemedikleri şekilde zillet mührü yemelerine sebep olur.
Hedefe ulaştıracak her türlü yalanı mübah gören mütekebbirler, rahmet hazineleri kendi ellerindeymiş gibi masum insanlara ağaç kökü yemeyi reva görüyor, aynı kültür ortamını paylaştıkları fedakâr insanlardan gelecek en değerli hakikatlere, hasedin de etkisiyle kapalı yaşıyorlar. Medyanın ve istihfaf ettikleri toplulukların da alkışlamasıyla dinî değerleri paranoyalarına alet ediyor ve masum insanlara en kutsal mekânlarda bile iftiralar atıyorlar. Ayrıca ilim adına elde ettikleri malumatlarıyla onları uyarması gereken insanlar, korkunun etkisiyle sessiz kalıyor, hatta bütün bu yanlışlara kasten ortak oluyorlar. Kibrin kalın perdesi ve mârûz kaldıkları ruh zilleti sebebiyle nifak deryasından kurtulamıyorlar.
İrşat ve tebliğ faaliyetlerini vahyin aydınlatıcı tayfları altında sürdüren Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) nifak odaklarıyla mücadelesini en doğru şekilde sürdürmüştür. Onlardan gelebilecek zararlara karşı gerekli önlemleri almış, imanın tekrar gönüllerinde yer etmesi adına çeşitli yöntemler uygulamıştır. Bu münafıklardan önemli bir kısmının zamanla nifaktan kurtulduğunu kaynaklarda okuruz. Şüphesiz bu, fetanet-i azamla serfiraz, tebliği varlığının gayesi gören Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) büyük bir başarısıdır. Yeni gelişmeler çerçevesinde, Hizmet erlerinden de bu metot ve usulleri yeniden müzakere etmeleri beklenilmektedir.
Dipnotlar
[1] M. Fethullah Gülen, Kur’ân’ın Altın İkliminde, İstanbul: Nil Yayınları, 2010, s. 165.
[2] Said Işık, “Firdevs’e Giden Yolda Yedi Koruyucu”, Çağlayan, Temmuz 2020.
[3] Buhari, İman, 24, Mezalim 17, Cizye 17; Müslim, İman, 106, (58), Ebû Davud, Sünnet, 16, (4688), Tirmizî, İman, 14, (2634); Nesaî, İman 20, (8, 116).
[4] Kenzu’l-Ummal, 8994.
[5] Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, İstanbul: Sözler Neşriyat, 2014, s. 45.
[6] Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 82–83.
[7] M. Fethullah Gülen, “Çürüme, Tiranlar ve Paranoya”, Bamteli, 20 Ocak 2019, www.herkul.org/bamteli/bamteli-curume-tiranlar-ve-paranoya/