Mekânların Değeri

Trakya’da soğuk bir kış günü idi. Yeni bir aile, annesinin kucağında daha bir yaşına varmamış minik kızı, kendi sırtında çantası, suların çağladığı bir nehri geçip özgürlüğe adım atmak istiyorlardı. Geride yakınlarını, memleketlerini ve sevdiklerini bırakıp hiç bilmedikleri bir ülkeye doğru yola çıkmışlardı. Tek gayeleri zulümden kurtulup hür yaşamaktı. Bu yolculuğa mecburî başlamışlardı. İçlerini kemiren bir soru vardı: Acaba bu mecburiyet ile hicretimiz kabul olur mu?

Hiç hatırdan çıkarmamamız gereken bir husus ile başlayalım: Kaderin bizleri sevk ettiği mekânları beğenmeme ve bu konuda hırs gösterme, Allah’ın (celle celâluhu) hakkımızdaki takdirini (hâşâ) beğenmemeyi de içinde barındırır; bu da İlahî rızadan uzaklığı netice verir. Hele hele mekânını veya başka bir kardeşinin yaşadığı yeri hor görme, en tehlikeli olanıdır ki bu rıza dairesinden çok uzak olunduğunun işaretidir. Bunların sonucu olarak Allah’ın takdirine razı olmama, Rabbimizin de bizden razı olmaması ile neticelenir.

Bu hicret döneminde makul düşünceyi ihlal eden bazı ifadeleri sizinle paylaşacak sonrasında ise ne yapmamız gerektiği üzerinde durmaya çalışacağım:

“Arkadaş, buraya gidilir mi hiç!” “Burada kalınmaz; çok soğuk, çok sıcak.” “Hemen oradan ayrılmak lazım, kalmak çok mantıksız.” “Kaldığın her gün zarar be kardeşim.”

Mekânın şerefi o mekânda ikamet edenlerle, zamanın şerefi de o zamanda gerçekleşen hadiselerle kaimdir. Mekânları şereflendiren orada oturanlardır. Mekânların, zamanların ve maddelerin kendi başlarına değerleri yoktur, Allah’ın verdiği kıymetle kıymet ifade ederler. Allah neye kıymet veriyor önce onun bilinmesi lazım. Allah’ın kıymet verdiği şeyler o zaman diliminde, o mekân ve maddede varsa mekân da zaman da madde de kıymet ifade eder.

“Mekin” kelimesi Kur’ân’da dört yerde geçer.[1] Tefsirlerde “mekin” kelimesine verilen mânâ; sağlam, şerefli, kuvvetli, yüksek ve yüce şeklindedir. Anne karnında bebeğin sağlam bir şekilde yerleşmesi de “mekin” olarak tarif edilir. “Mekin olmak”, bulunulan yerde sağlam kalıp sebat etmeye vâbestedir. Bulunulan yere sağlam yerleşilirse mekân da o nispette kıymetlenecektir.

Son yıllarda bir kısmımız mecburî hicretlere mârûz kaldık ve dünyanın farklı coğrafyalarına dağıldık. Kur’ân’da anlatılan peygamber hayatlarına baktığımızda, birçoğunda mecburî hicretleri görürüz. Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicreti de önümüzdeki en büyük örneklerdendir. Mekkeli müşriklerin baskı ve eziyetleri, Efendimizi hicrete mecbur bırakmıştı ve Mekke’den ayrılırken yaşlı gözlerle doğduğu beldeye dönmüş, “(Ey Mekke!) Vallahi sen Allah’ın en hayırlı ve Allah’a en sevimli olan beldesisin. Senden (zorla) çıkarılmış olmasaydım, seni asla terk etmezdim.”[2] demişti.

Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) Mısır’dan ayrılmasından Hazreti Lut’a (aleyhisselâm) ve Hazreti İbrahim’e (aleyhisselâm) kadar birçok peygamber hayatında, mecburî mukaddes yolculukları görürüz. Bu kutlu gidişlerin hepsi “Fe firrû ilâllâh,”[3] yani Allah’a olan kaçışlardır. Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) babası Hazreti Yakub’un (aleyhisselâm) yanından ayrılmak istemezdi. Hayret uyandıran bir seyahatle kendini Mısır sarayında buldu. İmtihanlardan, hapishanelerden sonra Mısır’a aziz oldu ve İsrailoğullarının Mısır’da temekkün[4] etmesine vesile oldu. Asırlar sonra aynı kavim, Mısır’da köleleştirildi. Artık burada kalınamazdı; o kavme yepyeni bir nefes gerekiyordu. O nefes, kavmini esaretten kurtarıp hicret ettirecek olan, Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) neslinden Hazreti Musa’ya (aleyhisselâm) nasip oldu. Hazreti Musa (aleyhisselâm), kavmini oradan alacak büyük dedesi Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) geldiği yer olan Kenan iline geri götürecekti.

Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) hayatında da hicretin farklı şekillerini görürüz. Ulu’l-azm bir peygamber olan Hazreti Musa için “hicret peygamberi” denilse yerinde olur. Daha küçücük bir bebek iken, bir nehrin kıyısında kundağıyla hicreti başlamış, sonrasında yine mecburiyet tahtında Medyen’de kayınpederinin rahle-i tedrisine girmiş, daha sonra fetası olan Hazreti Yuşa ile Mecma’ül-Bahreyn’e yani madde ve mânâ denizlerinin birleştiği yere ulaşmış, orada Hazreti Hızır ile buluşmuş, bir Miraciyye olarak değerlendirilen melekût alemlerinde mukaddes bir yolculuğa çıkmış en sonunda da kavmini alıp Allah’ın lütfettiği mucize bir asa ile Kızıldeniz’i geçmiş ve Kenan iline vasıl olmuştur.

Öncelikle bizler hicret etmek zorunda kaldığımız için şükretmeli ve ne kadar da güzel bir peygamber yoluna çıktık demeliyiz. “Niye ki?” demeden “İyi ki!” diyebilmeli, vâsıl olunan yerlerde “mekin olma” adına her fırsatı değerlendirmeli ve İnsanlığın İftihar Tablosunun bir beldeyi şereflendirdiği esnada yaptığı o güzel duasını dudaklarımızdan düşürmemeliyiz: “Allah’ım, bu beldenin bolluğuyla bizi rızıklandır. Veba gibi hastalıklarından bizi koru. Bizi bu beldenin halkına, bu beldenin salihlerini de bize sevdir. Allah’ım, burayı bizim için bereketli eyle.”[5]

Efendimiz nereye gitmiş ise orada hüsnükabul görmüştür. Medine’ye hicret etmiş, orayı çok sevmiş, oranın halkı da Efendimizi çok sevmiştir. Bu hüsnükabulün zamanımıza kadar sirayet ettiğini iliklerimize kadar hissederiz. Dünyanın neresinde olursanız olunuz, küçük istisnalar dışında bu hüsnükabulü göreceksiniz.

Allah katında en değerli olan şey takvadır: “Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvada (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” (Hucurât, 49/13).

En değerli şey takva ise zaman ve mekânların da değerlenmesi orada takvayı yaşayan mekinlere bağlıdır. Medine, Kâinatın İftihar Tablosunu ve binlerce sahabe efendimizi misafir etmesi hasebiyle, Mekke de yine büyük kametleri barındırması ve her zaman binlerce duanın Allah’a ulaştığı yer olması ile kıymet ifade eder.

Dünyanın her yeri Allah’ın mülküdür ve esas olan evrensel insanî değerlerin bütün dünyada yaşanılmasına vesile olabilmektir. Mekânın neresi olduğunun çok önemi yoktur. İnsan her yerde kalabilir ve hizmet edebilir. Önemli olan, insanın kendisi için takdir edileni hissedip doğru tercihler yaparak Allah’ın mülkünde mekin olmasıdır. Bizlerin orada olmasına izin veren Allah’tır. Önemli olan bu mekânda ne yapılabilir, ona bakmak lazım.

İnsan kelimesinin menşelerinden birisi “enese”’dir. Sözlüklerde bu kelimenin mânâsı, garipsemeyi bırakıp alışmak, yadırgamamak olarak geçer. İnsan biraz sabrederse gittiği yerlere Allah’ın izni ile alışır. Bulunduğu yerde mutlu olmaya çalışıp şartları en uygun şekilde kullanmayan bir insan, gittiği yerde de mutlu olmayı beceremeyecektir.

Kur’ân’da salih kullara verilen önemli bir müjde, Meryem sûresinde anlatılır: “İman edip makbul ve güzel işler yapanlar için, Rahman insanların gönüllerinde sevgi yaratır.” (Meryem 19/96).

Allah onları gittikleri yerde muhataplarına sevdirir, sevimli kılar ve kabul ettirir. “Meveddet” olarak anlatılan bu kavram, Allah’ın (celle celâluhu) Vedûd isminin tecellisidir. İşte baştan beri dünyanın dört bir yanına gitmiş veya daha sonra mecburî hicret nasip olan herkesin, karşılaştıkları hüsnükabul ve sevgi, bu âyetin apaçık delili değil midir?

Hicret âyeti olarak iştihar etmiş olan âyette de anlatılanlar bize şevk veriyor: “(Benimsediği dinden ötürü) zulme uğradıktan sonra Allah yolunda zulüm diyarını terk edenlere gelince; Biz onları, şüphesiz, bu dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz; ama onların ahirette hak ettikleri mükafat daha da büyük olacaktır. (Hakkı inkâr edenler böylece) bir anlayabilselerdi.” (Nahl 16/41).

Allah güzel bir yere yerleştireceğini bizlere müjdeliyor; yeter ki biz sabırla bekleyerek geçmişe kader, geleceğe de irade gözüyle bakmayı bilelim. Dünyada Allah’ın mülkünde yerleşme bunun başlangıcı, esas mükafatlar ötelerde… İyice bilinmeli ki esas temekkün edilesi yer Cennet ve Firdevsler… Aslında bütün cennetlerden daha da önemlisi, Allah’ın rızasında temekkün etmek ve O’na vâsıl olabilme arzusudur.

Yıllar evvel yurt dışına farklı maksatlarla çıkmış olan Ensar ve yepyeni Muhacir kardeşlerim, niyetlerimizi tashih adına size Hocaefendi’den nakil ile küçük bir tavsiyem olacak: “Niyetin iki türlüsü vardır, biri te’sis-i niyet diğeri de tashih-i niyet; birincisi, daha işin başında, olması lazım geldiği şekliyle niyet edip Allah’ın rızasını gözetme; ikincisi ise, başlangıçtaki gaye ve hedef ne olursa olsun, işin hakikatini öğrendikten sonra niyeti düzeltip masivâdan sıyrılarak rıza-yı ilahîye yönelmedir.” [6]

Bu konuda mukayese yapma ihlası kıran en önemli sebeptir. Her birimiz bulunduğumuz beldeyi kendi Medine’si kabul etmeli ve bu yüce gaye doğrultusunda niyetlerimizi yeniden gözden geçirmeliyiz. Dünyanın her yerinde yaşatma duygusunu yaşamanın önünde tutup ihlasın temeli olan rıza-yı İlahiye yönelerek, Kur’ân-ı Kerim’in sırat-ı müstakimdeki güzel dostların yolu olarak tarif ettiği peygamberlerin, sadıkların, Allah’ın davasına şahit olanların ve salihlerin yollarında yürümeye devam etmeye çalışalım.[7]

Dipnotlar

[1] Yusuf 12/54, Mü’minûn 23/13, Mürselât 77/21, Tekvir 81/20.

[2] Tirmizî, Menâkıb, 68.

[3] Zariyat 50/51: “O halde, Allah’a kaçın, çabuk Allah’ın himayesine koşun. Zira ben O’nun tarafından, sizi uyarmak için gönderilen aşikâr bir elçiyim.”

[4] “Temekkün” kavramının işlendiği Çağlayan Kasım 2022 ve Ocak 2023 sayılarına bakılabilir.

[5] Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, 5/88; Nevevî, Ezkâr, s. 178.

[6] M. Fethullah Gülen, “Hicret Diyarında Ölmek”, Kırık Testi, 28.2.2005, www.herkul.org/kirik-testi/hicret-diyarinda-olmek/

[7] Nisa 4/69: “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edenler, Allah’ın kendilerini nimetiyle serfiraz kıldığı şu seçkin insanlarla beraber olur: Nebîler, Sıddıklar (duygu, düşünce, inanç ve davranışlarında dosdoğru ve Allah’a karşı tam bir sadakat içinde bulunan kimseler), Şahitler (gaybî gerçekleri tecrübe edip anlatan ve onların doğruluğuna hayatlarıyla şehadet edenler) ve Salihler (inanç, düşünce, söz ve davranışlarında doğru yolda, sağlam, ıslah ve tamir gayesi güdenler)… Ne güzel arkadaşlardır bunlar!”

Bu yazıyı paylaş