“Cuma namazı için camiye gittim. Cami imamı vaaz ediyordu. Vaazında, ‘Namaz kılmayan bir adamın eşi, namazlarını düzenli kılarmış. Adam eve geldiğinde eşi namazını kılıyormuş. Buna çok kızmış. Eşini kucakladığı gibi, mahallenin fırınına götürmüş ve fırında ekmeklerin pişirildiği yerin kapağını açıp eşini içeri atmış, kapağı kapatmış ve evine dönmüş. Epey zaman sonra, merakından tekrar fırına gitmiş, kapağı açmış. Eşi kızgın taş üzerinde namaz kılmaya devam ediyor.’ şeklinde anlatmaya devam etti. Cuma namazı bittikten sonra, cami avlusunda hocayı bekledim. Hoca beni görünce bana ‘Hocam, cumanız mübarek olsun, Allah kabul etsin, hoş geldiniz, nasılsınız?’ dedi. Ben de onun cumasını tebrik ettim. Sonra da ‘Biraz zamanınız var mı?’ dedim. ‘Tabiî ki, ne demek hocam.’ dedi. Ona ‘Öyle yanan bir fırın değil de soğumaya başlamış bir fırına gidelim, uzun da değil, o taşın üstünde iki rekât namaz kıl, görmek istiyorum.’ deyince, hoca ne demek istediğimi anladı. Sonra da ona, ‘Bunlar subjektif hadiselerdir. Böyle şeyler vaazda anlatılmaz, ne olur kendine biraz dikkat et.’ dedim. O da özür diledi, ‘Haklısınız, düşünememişim, bundan sonra dikkat edeyim inşallah.’ diye hakperestlik gösterdi. Ben de oradan ayrıldım.”
Bu vakayı bana seneler önce, tıp fakültesinde öğrenci iken hocamız olan Prof. Dr. Saffet Solak anlatmıştı. Taşı gediğine koyan, anlattığı konuları örneklerle, benzetmelerle, araya latifeler de katarak çok güzel anlatan bir insandı. Herkesle ilgilenen, dert babası bir duruşu vardı. Geçmişte kalmış konuları da gayet iyi hatırlardı ve bundan dolayı da kendisi “ayaklı tarih” gibiydi. Öğrenciliği, asistanlığı ve hocalığı zamanlarına ait hayatındaki değişik olayları anlatırdı. Gülümseyen, daima pozitif düşünen, konuşunca insanı düşündüren bir fıtratı vardı.
Saffet Hocamız, 20 Temmuz 1926’da, Konya’nın Sarayönü ilçesinde doğmuştur. 1952 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun olmuş, 1955’te patoloji uzmanı olarak göreve başlamıştır. 1956–1958 yılları arasında tabip asteğmen olarak askerliğini tamamlamıştır. 1962’de doçent, 1969’da profesör olan hocamız, Paris Gustav Rousy sitoloji sertifikası sahibidir. 1962–1981 yılları arasında dermatoloji kürsüsünde patoloji öğretim üyesi olarak, 1981’de ise Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yapmıştır. Emekli olduktan sonra uzun yıllar Şifa Hastanesinde, Şifa Üniversitesi kurulduktan sonra da bu üniversitenin hastanesinde çalışmaya devam etmiştir. 3 Mayıs 2016 tarihinde İzmir’de vefat etmiştir. Allah rahmet eylesin.
Saffet Hocam, bir konuyla ilgili bir anekdotunu anlatmıştı: “Bornova’da uzun yıllardan beri tanıdığım bir hac arkadaşım vardı. Bornova’ya yakın olan Kemalpaşa’da bir bağ satın almış ve beni oraya davet etmişti. Arabasıyla oraya giderken bana, ‘Hocam, benim oğlum, Fethullah Gülen Hocaefendi ile tanışmış, onun vaaz ve sohbetlerine gidiyor, onu çok seviyor. Bana ‘Sen de bu sohbetlere, vaazlara gel, dinle istifade edersin.’ diye söylüyor. Ben de onu kırmamak için bir şey demiyorum, ama şimdiye kadar da Hocaefendi ile tanışmadım. Ben hacca gittim, zekâtımı veriyorum, namazlarımı kılmaya çalışıyorum. Yine de gidip onu dinlemem gerekir mi?’ diye sordu. Ben cevap vermedim. Sonra Kemalpaşa’ya vardık. Bağı hakikaten çok güzel ve büyük bir alanda yapılmış. Gölgelik bir yere oturunca, arkadaşım bana bir bardak su getirdi ve ‘İçin bakalım hocam, suyu nasıl bulacaksınız?’ dedi. Ben de içtim, ‘Hakikaten güzel bir su.’ dedim. ‘Hocam, ben burayı aldığımda, bu işi bilen insanlar bana ‘Eğer artezyenle 25 metreden su çıkarırsak, bulaşıklarınızı yıkarsınız ve ağaçlarınızı sularsınız, ama 40 metreden çıkarırsak aynı zamanda bu suyu içebilirsiniz.’ dediler. Beğendiğiniz bu su da işte benim 40 metreden çıkan su.’ dedi. Sonra bu arkadaşım tekrar bana ‘Arabada gelirken size bir şey sormuştum, benim Hocaefendi’nin sohbetlerine gitmem gerekir mi şeklindeki soruma cevap vermemiştiniz.’ dedi. Ben de ona ‘Evet, tabiî ki gitmen şart değildir. Eğer gitmezsen, bu 25 metreden çıkan su gibi olursun, ağaçlar sulanır, bulaşıklar yıkanır, ama gidersen, ondan istifade edersin, bilmediklerini öğrenirsin, öğrendiğin bu şeyleri pratiğe geçirirsen daha kazançlı bir hâle gelirsin. Yani eğer gidersen aynen o zaman 40 metreden çıkarılan su gibi, hem içilirsin, hem ağaçların sulanır, hem de bulaşıklar yıkanır.’ demiştim.”
Farklı bir zamanda da yine Saffet Hocam, bir sohbetinde bir yolculuğundan bahsetti:
“Konya’dan otobüsle geliyordum. Yanımdaki koltukta genç bir delikanlı oturuyordu. Şoför aracın radyosunu açmış, hep birlikte bir türkü dinliyorduk. Türkünün sözleri şöyleydi:
‘Şu karşıki dağda bir top kar idim,
Yağmur yağdı, güneş vurdu eridim,
Evvel yârin sevgilisi ben idim,
Şimdi uzaklardan bakan ben oldum.’
Yanımdaki delikanlıya selam verdim, ‘Nasılsın, nereden gelip nereye gidiyorsun?’ dedim. O da ‘Ben Konyalıyım, Ilgın’a gittim, oradan geri dönüyorum. Şimdi Danimarka’ya gidiyorum.’ dedi. Telaffuzu biraz farklıydı. Bunun sebebini sorunca bana, ‘Ben Danimarka’da doğdum, büyüdüm. Ara sıra buradaki akrabalarımızı ziyarete geliyoruz. Ben de onları ziyarete geldim.’ dedi.
Ona ‘Bu türküyü anladın mı?’ diye sordum. Tekrar dikkatle dinledi. ‘Çok da anlamlı gelmedi bana.’ dedi. Birbiriyle bağlantısı olmayan şeyler: Şu karşıki dağda kar, yağmur yağdı, evveli yârin sevgilisi, şimdi uzaklardan bakan… Herhangi bir bağlantı kuramadım aralarında.’ dedi. Ben de ona dedim ki ‘Aslında öyle değil, onun mânâsı şu: Şu karşıki dağda bir top kar idim. Sonra yağmur yağdı, güneş vurdu, yani Allah’ın rahmeti tecelli etti. İlk başlarda O’na yakındım. Zaman içinde yapmam gerekenleri yapamadım. Şimdi de O’na uzaklardan bakan birisi oldum.’ anlamındadır deyince, genç bana; ‘Peki bu türküyü Türkiye’de herkes sizin gibi mi anlar?’ diye sordu. Ben de ‘Tabiî ki öyle anlarlar. Sen kültürümüzden biraz uzak kalmışsın.’ dedim. Genç bana, ‘Ben arada bir size mektup yazsam, kültürümüzle ilgili kafama takılan konuları size sorsam, bana cevap verir misiniz?’ dedi. Ben de ‘Tabiî ki.’ dedim. Nitekim uzun bir süre mektuplaştık.”
Aradan seneler geçti. Ankara’dan İzmir’e Yamanlar Kolejinin mezuniyet törenine gelmiştim. Saffet Hocamı da orada gördüm. Kendisine, “Hocam emekli oldunuz mu?” diye sordum. Her zamanki bilge yaklaşımıyla bir cevap verdi: “İnsanoğlu böyledir: Yürümeye başladıktan sonra, ‘İlkokula ne zaman gideceksin? Ortaokula ne zaman başlayacaksın? Üniversiteyi kazandın mı? Üniversite bitti mi? İşe başladın mı? Evlendin mi? Çocukların oldu mu?’ gibi sorular sorulur. Daha sonra sorular azalmaya başlar: ‘Çocukları evlendirdiniz mi? Torunlar oldu mu?’ Bundan sonrasını nadiren sorarlar. Senin bana sorduğun gibi, ‘Emekli oldun mu?’ Çünkü ondan sonraki soruyu kimse soramaz. O soru da ‘Ne zaman öleceksiniz?’ veya ‘Ne zaman ölmeyi düşünüyorsunuz?’ sorusudur. Bu sorunun cevabını sadece Allah bilir. Zaten ‘Artık her şeyiniz bitti, ölümünüzü bekliyorsunuz herhâlde.’ de diyemezler. 50 yaşından sonra insan artık o turnikeye girmiştir. Ben de şu anda o turnikedeyim. Evet, emekli oldum, ama soramadığın o sorunun cevabını ben de bilmiyorum. Allah hayırlısını nasip etsin.”
Rahmetli Saffet Hocam, tıp fakültesini bitirdikten sonraki bir hatırasını da şöyle anlatır:
“Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere, Konya’ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim. Gençtim, bekârdım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer. İlk gece bir eve misafir olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu.
Evin büyüğü olan Hacı Anne’ye sıkılarak: ‘Anneciğim, sizin buralarda saat kaçta yatılıyor?’ dedim.
Hacı Anne: ‘Evladım az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz.’ dedi. Merak ettim, tekrar sordum: ‘Trenden sizin bir yakınınız mı inecek?’
Hacı Anne: ‘Hayır evladım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulamazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, ‘ışığı yanan bir ev’ bulsun diye bekliyoruz.’
Konya ovasında ya da bir başka yerinde Türkiye’nin, trenden inen yabancılar için ‘ışığı yanan evler’ yerinde hâlâ duruyor mudur?
Yabancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam ediyorlar mıdır? Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar yaşıyorlar mıdır?
Kuşlara yuva yapan mimarlar sahi şimdi neredeler? Bu güzel insanlar, atlarına binip gitmişler.
Bizler, atlarına binip giden güzel insanlara sahip bir medeniyetin yetimleriyiz. Çekip gidenlerin, doldurulmamış boşluklarında savrulup duran yoksullarız.
Şair öyle diyordu: ‘Güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler.’ Şimdi bu güzel insanlar, neden ve nasıl atlarına binip gittiler? Onları ne yıldırdı da bir daha dönmemek üzere, sessiz sedasız gittiler? Ey güzel yurdumun güzel insanları! Neredesiniz?”[1]
Saffet Solak Hocamızdan, ben ve benim yaşıtlarım, benden önceki büyüklerimiz, benden sonraki nesiller; hayata, dinimize ve insanlığa dair çok şey öğrendi. O ve onun gibi insanlar, yaşayışlarıyla, davranışlarıyla, fikirleriyle bizlere cidden rol model, gelecek nesillere örnek oldular. Rabbim, böyle güzel kutup yıldızlarını dünyamızdan eksik etmesin ve ona ve onun gibilere rahmet eylesin.
Dipnot
[1] Recep Koçak, Işığı Yanan Evler – İyilik Yazıları, Ankara: Deniz Feneri Yayınları, 2022.