Sinelerin düşmanlığa yenik düştüğü, ruhlarda bulantıların yaşandığı, kinin, nefretin bütün bütün azgınlaştığı, herkesin birbirinin kurdu hâline geldiği şu meş’um ve kapkara günlerde bizim, sudan, havadan daha çok sevgiye, merhamete ihtiyacımız olduğu açıktır. Şimdilerde sevgiyi unutmuş gibiyiz; şefkat de sözlüklerde müracaatçısı olmayan garip bir kelime. Yok birbirimize merhametimiz, insanlara sevgimiz. Acıma hislerimiz körelmiş gibi, yüreklerimiz kaskatı ve ufkumuz düşmanlık duygularıyla simsiyah.. ve simsiyah görüyoruz herkesi ve her şeyi. Hoşgörüden nefret eden bir sürü tiran bozması var her köşe başında. Diyaloğa lânet yağdıranların sayısı da az değil. Çoğumuz sürekli kavga vesilesi arıyor; yalan, iftira ve tezvirlerle birbirimizi karalıyor; dişle, pençeyle veya kan kokan sözlerle kendimizi ifadeye çalışıyoruz.
Fertler arasında da, yığınlar mabeyninde de ürperten bir kopukluk var; “biz”, “siz”, “ötekiler” diye başlıyoruz başlarken söze. Bitmiyor parçalayıp bölme hıncımız. Gece televizyon ekranlarındaki gaseyanlarımızı Arap’ın “Yâ Leylî”si gibi gündüz devam edeceğiz imalarıyla noktalıyor, hezeyana boğduğumuz hissiyatları “arkası yarın” der gibi yeni bir cedelleşme randevusuyla öldüren gerilimlere emanet ediyoruz. Kopuğuz birbirimizden ve her hâlimize aksediyor bu çözülüp dağılmalar. Bağı kopmuş tesbih taneleri gibi saçılmışız sağa sola; çekiyoruz birbirimizden, çekmediğimiz kadar gâvurlardan.
Aslında, biz Allah’tan koptuk, O da bizi birbirimizden kopardı. İnanıp sevemedik O’nu, sevilmesi gerektiği kadar; O da söküp aldı ruhlarımızdan sevme hissini. Şimdilerde, O’nsuzluğa mahkum o bomboş sinelerimizde, sürekli bencillik hırıltıları, “sen”, “ben” homurtuları, “mürteci”, “küfür yobazı” lakırdıları ve oturup kalkıp birbirimizi tepeleme projeleri üretiyoruz. Lânetlenmiş gibi bir hâlimiz var; hepimiz sevme-sevilme fakiriyiz; açız şefkate, merhamete, mürüvvete. Sevmemişiz ki O’nu, aldı elimizden sevgiyi, saygıyı. Şu anda olsun dönüp de O’nu sevebilsek, sevdirecek O da bizi birbirimize. Ama uzağız sevginin asıl kaynağından; yürüdüğümüz yollar bizi O’na götürmüyor; belki daha da uzaklaştırıyor. Yıllar var ruhlarımıza sevgi yağmıyor; bir zamanlar o sağanak sağanaktı. Gönüllerimiz kupkuru çöller gibi; iç âlemimizde bir sürü boşluk.. boşluklar da âdeta yılan-çıyan yuvası. Bütün bu olumsuzlukların bir devası var; o da, Allah sevgisi…
Allah sevgisi her şeyin başı ve bütün sevgilerin de en saf, en duru kaynağıdır. Hep O’ndan akar gelir, akıp gelecekse sinelerimize şefkat ve muhabbet. O’nunla olan alâkamız sayesinde güçlenip pekişecektir her türlü insanî münasebet. Allah sevgisi bizim dinimiz-imanımız, odur cesetlerde canımız. Yaşadığımızda hep onunla yaşadık. Günümüzde de eğer yaşamayı düşünüyorsak ancak onunla yaşayabiliriz. Varlığın özü, esası O’nun sevgisidir; neticesi de Cennet şeklinde o ilâhî muhabbetin bir açılımı. O sevgiye bağlı yaratmıştır yarattığı her şeyi ve sevilme zevk-i ruhanîsine raptetmiştir varlık ve insanlarla münasebetini.
Muhabbetin tecellî alanı ruhtur; biz onu nereye ve neye yönlendirirsek yönlendirelim o hep Allah’a müteveccihtir; kalbteki dağılma ve kesrette boğulmaların ızdırabı ise bize ait, bize râcidir. Her şeye karşı duyduğumuz ve duyacağımız sevgi ve alâkayı tamamen O’na bağlayıp aşk u muhabbeti gerçek değerine ulaştırabildiğimiz takdirde, hem değişik dağınıklıklara düşmekten kurtulacak hem de dış yüzleri itibarıyla sevilip alâka duyulan şeylerden ötürü şirke düşmemiş olacağız; olacak ve bütün varlığa karşı muhabbet ve münasebetlerimizde doğru yolda yürüyenler gibi kalacağız.
Putlar, onlara tapıldıkları için putperestlerce mabud telâkki edilegelmişlerdir; Allah ise Allah olduğu için mabud ve mahbubtur. O’nun ulûhiyeti de, rubûbiyeti de bizim O’na ubûdiyetimizi gerektirmektedir. Biz her zaman Hakk’a kullukta bulunur, O’nu sevdiğimizi dillendirir; mazhariyetlerimizin şükrünü eda eder ve her hâlimizle O’na karşı alâka, irtibat ve münasebetlerimizi seslendirmeye çalışırız.
Mecazî muhabbetlerde cemal, kemal, şekil, şekilde tenasüp, ululuk, ihtişam, servet, iktidar, makam, mansıb, ikbal, evlad ü iyal, soy-sop.. gibi hususlar birer sevgi vesilesi kabul edilegelmişlerdir. Bazen bunlara karşı duyulan aşırı muhabbet ve alâka ile şirke girenler de olmuştur ki, büyük ölçüde bütün putperestliklerin arkasında böyle bir inhiraf söz konusu olabilir. Böyleleri çok defa cemale meftun olur, kemali alkışlar, eda ve endama vurulur, ululuk ve ihtişam karşısında zillet gösterir; servet ve iktidar uğrunda insanlık ve hürriyetlerini feda eder, makam-mansıp hırsıyla el-etek öper.. ve her an değişik ihsan ve iltifatlarıyla, teveccüh ve ikramlarıyla kendini bize tanıttıran gerçek cemal ve kemal sahibi, ululuk ve azamet tahtının biricik sultanı, Ganiyy-i Mutlak ve Muktedir-i ale’l-ıtlak Zât’a karşı gösterilmesi gereken sevgiyi ve alâkayı bir sürü âciz mahlukata dağıtarak muhabbet gibi bir cevheri bâd-i heva harcamanın yanında, çok defa karşılık göremeyeceği bir mâşukun alâkasızlığı, değmezliği, vefasızlığı, onu avucunun içine alması, ona baş eğdirmesi, kul köle hâline getirmesiyle ölür ölür dirilir.
Mü’minlere gelince onlar, evvelen ve bizzat Allah’ı severler ve şayet duyacaklarsa O’ndan ötürü başkalarına karşı alâka duyarlar. Hakk’ın tecelli ve teveccühlerinin hatırına herkesle ve her nesneyle bir çeşit münasebete geçer, O’nun namına onlara takdirler yağdırır ve aşk u alâkalarını ilan ederler.
Aslında O nazar-ı itibara alınmadan şuna-buna, şu nesneye-bu objeye duyulan alâka darmadağınık, gelecek vaat etmeyen, kararsız, neticesiz bir sevgidir. Mü’min herkesten ve her şeyden evvel O’nu sevmeli, diğer bütün sevimli şeylere de O’nun isim ve sıfatlarının değişik renk, değişik desen ve değişik edada birer tecellisi olarak alâka duymalı, takdirlerle alkışlamalı ve O’ndan ötürü öpüp öpüp yüzüne-gözüne sürmeli ve her temâşâ ettiği şeyde “Bu da Senden.” deyip âdeta bir vuslat faslı yaşamalıdır. Ne var ki, bunu böyle görüp böyle duymak için de;
“Cemâlini nice yüzden görem diyen diller,
Şikeste âyineler gibi pâre pâre gerek.” (Anonim)
fehvasınca hep bir beyt-i Hudâ gibi tertemiz kalabilmiş gönüllere, her simada Hakk’ı okuyacak aşina dillere ihtiyaç vardır. Zatında, okuyabilenler için her varlık mücellâ bir ayna ve manzum bir kasidedir; hele sırr-ı Rahmâniyet’i aksettiren insan siması..
“Seni Hak âyine-i Zât etti
Zât-ı Yektâsına mir’ât etti.” (Hâkânî)
sözleri ayn-ı hakikat ve insana konumunu hatırlatan önemli bir irşattır. Bu itibarla insan eğer o gizli güzelliğin sırlı bir aynası ise -ki öyle olduğunda şüphe yok- hep gönül gözleriyle O’na müteveccih olmalı, her zaman pusuda bekleyip tecelli avlamaya çalışmalı ve kendini daha derin sevgi iklimlerine alıp götürecek esintiler beklemelidir; beklemeli ve O’na ulaşmak veya O’nu hoşnut edip sevdikleri arasına girebilmek için kurbet yolunun bütün argümanlarını kullanmalı, O’nun teveccüh vesileleri arasında, buldum/bulacağım ümidiyle hep koşturmalı ve gönlü her zaman o “Kenz-i Mahfî”nin kilidinde bir anahtar gibi dönüp durmalıdır. Bu suretle, eğer muhabbet bir Süleyman, gönül de taht-ı revân ise, er geç sultanın gelip tahtına oturacağı muhakkaktır.
Bir de tahtla Süleyman buluştu mu artık insan hep O’nu düşünür, iç mülâhazalarında O’nunla hasbıhal eder, yudumladığı suda, çiğnediği yemekte, teneffüs ettiği havada gayet açık ve net olarak hep O’nun teveccühlerini duyar; O’nun yakınlığının sıcaklığıyla oturur kalkar. Kurbet-sevgi arası gel-gitler münasebeti daha da kızışır ve sinesi ocaklar gibi yanmaya başlar. Yer yer aşk u muhabbetle alevlenir, zaman zaman vuslat iştiyakıyla yanar tutuşur; ne var ki, aşkını da, iştiyakını da O’ndan gelen bir armağan bilir ve kat’iyen gam izhar eylemez; gam izhar edip ağyarı âhından âgâh eylemez. İçten içe fırınlar gibi yanar; fakat, ne alev çıkarır ne de duman.. namus gibi saklar aşk u iştiyakını ve sır vermez halden anlamayan nâdanlara.
Bu yol herkese açık olsa da yolcunun samimi ve kararlı olması şarttır. Herhangi bir mü’min bütün cemallerin, kemallerin, azametlerin, ululukların, ihtişamların, ihtişam üstü ihtişamların O’na ait olduğunu görüp hissedebildiği takdirde bütün bu vesilelerin gönülde hâsıl ettiği alâka, muhabbet ve iştiyakla O’na yönelir ve O’nu zatına münasip bir sevgiyle sever ki işte bu tutku -ve tabir yerindeyse- bu sevda O’nadır ve tevhid edalı bir aşk u iştiyak kaynağıdır. Zaten, tevhide kilitli ve İslâmî esaslara bağlı bir sinede sevgi inhirafı da düşünülemez.. ve hele asla muhabbet kaymaları olmaz ve olamaz. Bir muvahhid O’nu O olduğu için sever ve sevgisini de dünyevî-uhrevî hiçbir mülâhazaya bağlamaz. O, her zaman gönlünde köpürüp duran sevgi fevvarelerini, aşk u iştiyak çağlayanlarını Kur’ân’la, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ)’nın vaz’ettiği düsturlarla filtre ve test eder ve bunları insanî heyecanlarla yürüdüğü yollarda birer bariyer gibi kullanır, aşk ateşiyle cayır cayır yandığı zamanlarda bile hep istikamet soluklar; O’nu her şeyin gerçek mâliki, sahibi, görüp gözeteni, esmasıyla mâlum, sıfatlarıyla muhat bir Zât olarak kendine has münezzehiyeti, mukaddesiyeti, mübecceliyeti içinde derin bir aşkla sever; severken de kat’iyen şatahat ve laubaliliğe girmez