Kimileri o evi gösterip sanki başka dünyalara ait, elde edilemez, erişilemez, ancak rüyalarda görülen yerler gibi, “İşte hayat burada. Orada bir saat uyku, bizim evlerdeki uykuların altı saatine bedeldir.” ya da “Atalarımız bu işi biliyormuş; sağlık bu evlerde, hayat bu evlerde kaldı.” şeklinde iç çekerek, hasret duyarak söylenip geçerlerdi.
Etrafı kerpiç duvarlarla çevrili bahçenin içinde eski bir ev. Etekleri, sundurmanın ahşap direkleri, pencereleri ve kapıları deniz mavisi, geri kalanı ise papatya kadar beyaz bu ev, apartmanların arasında hayatta kalmayı başarmıştı. Sanki asfaltı delip çıkan, yol kenarlarındaki bitkiler gibi çevresine meydan okuyordu. Yaşıtları olan pek çok ev çoktan ömrünü tamamlayıp gitmiş, arsaları beton yığınlarınca işgal edilmişti.
Mahalle eskiden böyle evlerden oluşuyordu. Her evin kendine ait bahçesi vardı. Ahşaptan yapılmış dış kapıdan bahçeye girilir, birkaç basamak yüksekliğindeki sundurmadan eve geçilirdi. Evin kapısı sadece soğuklarda ve geceleri kapanır, sair zamanlarda gün boyu açık kalırdı. Evlerin içi yazın serin, kışın ılık olurdu.
Ev sakinleri dingin, ama canlıydı. Gündüzleri hem gölge hem güneş içinde, bazen serin bazen de ılık bahçelere serili kilimlerin üzerinde, akşamları evin girişindeki sundurmalarda, semaverlerin başında geçerdi.
Gece geç vakitlere kadar semaverlerin biri söner diğeri yanardı. Aynı bahçeye toplanan komşular sokak lambalarının ağaçların arasından sızan cılız ışıkları altında saatlerce sohbet ederdi. Çocuklar yorulmak bilmeden koşarlar, bütün mahalle onların sesleri ile dolup taşardı.
Apartmanların balkonlarında, küçücük saksılarda özenle yetiştirilen bitkiler, bahçelerdeki yeşillikler arasındaki allı sarılı çiçekler, çardağı saran dolam dolam urgan gibi asmanın dalları, evlerin damlarına tırmanırdı.
Bahar geldi mi kırmızı pembe güller, mor leylaklar bahçeleri çepeçevre donatır, sokak kapılarının üzerindeki sarılı beyazlı hanımeli çiçeklerinin kokuları ise önünden geçenleri mest ederdi. Yaz boyunca bol tohumlu, iri ve çatlak domatesler, geniş yaprakların arasında gizlenmiş çıtır çıtır hıyarlar, rayihası ve lezzeti ile insanı cezbeden çilekler, yeşil soğanlar ve onların arasındaki öbek öbek maydanozlar, naneler, tereler ve marullar büyürdü. İnsan bu bahçelerdeki nimetlerle bir somun ekmeği yer ve yanında başka bir katığa ihtiyaç duymazdı. Ömürlere ömür katan bu bahçelerin duvar diplerini ise erik ağaçları, kayısılar, elma ya da ayva ağaçları çevirirdi. Baharla birlikte pembe ve beyaz gelinliğini kuşanan ağaçların arasındaki bu evler de cilalanarak çiçek gibi olurdu. Geriden bakanlar; ağaçların, çiçeklerin ve çimenlerin arasındaki bu kerpiç evleri, bir ressamın tuvaline dökülmüş muhteşem bir tablo gibi görürdü.
Baharın gelişi ile bahçeler de ötücü kuşlarla dolup taşardı. İlahî bir sevkle, sırayla sahneye çıkar, nağmelerini terennüm eder, sonra sazı ve sözü başka bir türe bırakıp köşelerine çekilirlerdi. Seher vakitlerinde bülbüller, tan yeri ağarmaya yüz tutunca kara tavuklar görevi devralır, onların nağmelerinin arasına karga sesleri karışırdı. Hele o sakalar, floryalar yok mu? onların koroya dâhil olmasıyla bahar boyunca o bahçeler kuş cennetine dönerdi. Ara ara yağan yağmurlardan sonra bütün mahalle buram buram toprak ve çiçek kokuları ile kaplanırdı.
Bahçelerin olmazsa olmazı ise tandırlar ve odun fırınlarıydı. Bu fırınlar arada bir yakılır, komşular toplanır, hamurlar yoğurulur, ekmekler, çörekler ve pideler pişirilirdi. Bir tencere taze yoğurt, kuyu suyu ile çalkalanır, buz gibi, bol köpüklü ayran içenlerin hararetini alırdı. O gün tam bir şenlik olurdu. Hele çocuklar için küçük küçük ekmekler, çörekler, simitler yok muydu? Onların yerini gofretler, çikolatalar ve şekerlemeler dolduramazdı.
Ramazanlar ve bayramlar da bu evlerde doya doya yaşanırdı. Kurban kesildi mi bahçenin kıyısındaki tandırlar ateşlenir, etler kebap olur, hısım akraba bahçelerdeki ziyafet sofralarında toplanırdı.
Yazın son günlerinde kayısılar, erikler ve elmalar kurutulur, bir kısmı satılır, bir kısmı kış için hoşaflık olarak kilere kaldırılırdı. Her ev kendi salçasını ve tarhanasını, komşuların iş birliği ile üretirdi.
Bu şenlik, bu saadet ne zamana kadar devam edecekti? Gün geçtikçe şehir büyüyor, gelişiyor, yeni yollar, caddeler açılıyor, iflah olmaz bir modernlik şehri esir almaya başlıyordu. Kerpiç evlerde büyüyen gençler evlenip yeni yuvalar kuruyordu. Daireler, katlar genç kızların hayalini süslüyordu. Artık kızlar bu evlere gelin gitmek istemiyordu. Apartman dairesinde oturmak şartı ile söz kesiliyordu.
Nihayet o mahalleye de “kata çıkmak”, “dairede oturmak” hastalığı bulaştı. Kerpiç evler bir bir yıkılıp arsaları müteahhitlere verilmeye başlandı. Boş kalan evlerde günler, aylar, seneler geçtikçe duvarlar aşınıyor, tahta tarabalar kırılıyor, kiremitler dökülüyor ve camlar taşlanıyordu. Gittikçe metruk bir hâle dönen bu evler, artık evlatları tarafından yıkılıyordu.
O eski evlere bedel yüksek katlı, modern binalarda birkaç daire sahibi olmak gibisi var mıydı? İsteyen satsın, isteyen kiraya versin. Hem âhir ömründe toprakla çamurla, kömürle külle, sıcak su, soğuk su derdi ile kim uğraşırdı?
Bu minval üzere ahşap ve kerpiç evler silinip gitti mahalleden. Artık kuşlar susmuş, kuyular kurumuş, çiçekler kaybolmuş, duvarlardan kaldırımlara sarkan meyve ağaçları yok olmuştu. Sadece bir ev kalakalmıştı. Etrafını arsız apartmanların sardığı bu evde Zeliha teyze ile Kâmil amca oturuyordu. Alıştıkları gibi yaşayıp orada ömürlerini geçirmek istiyorlardı. Ne katlara heves ediyorlar ne de dairelere bakıyorlardı. Onlara göre katlar modern hapishaneler gibiydi. Hürriyetlerine düşkün bu yaşlı çift, her sabah güneşle birlikte toprağa ayak basacak, bahçelerinde gezineceklerdi. Ancak üzerlerinde gittikçe artan bir mahalle baskısı da yok değildi. Neymiş efendim, bu zamanda soba mı kalmış? Sobanın dumanı apartman sakinlerini rahatsız ediyormuş. Zaten çok önceden tavuk beslemeyi de bırakmışlardı. Bahçedeki tandırı yakmak, fırında ekmek yapmak mümkün değildi. Zavallılar daha ne kadar bu baskıya dayanabilecekti? Modern binaların arasında eski bir yapı mı olurmuş? Bahaneler uydurup belediyeye bile şikâyet ediyorlardı. O ev herkesin gözüne batıyordu. Hâlbuki hemen hepsi öyle evlerde doğup büyümüşlerdi.
Zeliha teyze çok içerliyor, ama kimseye de bir şey demiyordu. İstiskale mârûz kaldığı hâlde tatlı dilini güler yüzünü kimseden esirgemiyordu. Çok zoruna gittiği zamanlarda, “Bir gün bu evleri ararsınız.” diyordu. Bunun ne anlama geldiğini kimse bilemiyor, eskiye hasret kalmak şeklinde yorumluyordu.
O gün de Zeliha teyze erkenden uyandı. Namazını eda etti, duaya oturdu, elinde tesbihi ile camdan dışarıyı seyrediyordu. Etrafı siteler, rezidanslarla sarılı evin penceresinden, güneşin doğuşu eskisi gibi görünmüyordu. Zeliha teyze hep güneşten önce kalkmayı, kocası ile çardakta oturup çay içmeyi ve bahçeyi sulamayı âdet edinmişti. Derin düşüncelere dalan Zeliha teyze, birdenbire yerden şiddetli seslerin geldiğini ve duvarların çatırdadığını fark etti. Zeliha teyzenin gözü kararmış ve başı dönmeye başlamıştı. Hele karşıdaki apartmanların sallanmaya başladığı an yok mu? Zeliha teyze “Allah!” diye inledi. Gözü önünde apartmanlar sağa sola yıkılıyordu. Akıl, mesuliyet ve hukuk gereği depreme karşı dayanıklı yapılması gereken binalar, çok ağır bedellerin ödenmesine sebep oluyordu.
Zeliha teyze ve Kâmil amca ağlıyor ve dua ediyordu. Bütün mahallede bir kıyamet sahnesi yaşanıyordu. Çaresizlik içinde ağlayan insanların sağa sola koşuşturmaları ve çığlık çığlığa yakarışları dehşet vericiydi.
İhtiyar çift hemen kendilerini bahçeye attı. Dillerinde dualarla ateş yaktılar, tulumbadan çektikleri su ile kovaları doldurdular. Bahçe kapısını açtılar. Öğleye doğru bahçedeki ateşin etrafı, battaniyeler içinde oturan, ağlaşan kadınlar, yaşlılar ve çocuklar ile dolmuştu. Zeliha teyze gelenlere sıcak çorbalar, yemekler ikram ediyordu. Günlerce o bahçe ve ev, bir afet yardım merkezi gibi dolup taştı.