Seçilmiş Dünya

Yaradan’ı kabul etmeyen evrimci bakış açısı, hayatın yeryüzündeki inorganik maddelerden tesadüfen ortaya çıktığı iddiasıyla başlayıp organik dünyaya, hücreye ve diğer canlılara doğru kendi kendine bir evrimleşmeyi hipotez hâlinden teoriye döndürme ve hatta kesin ispatlanmış bir kanunmuş gibi sunmaya uğraşır. Biz de canlılığın bir Yaratıcı olmadan, tesadüfen veya kendi kendine ortaya çıkamayacağını anlatmak için hücrelerin ihtişamından, bitki ve hayvanlardaki mükemmel işleyişlerden ve sistemlerden örnekler vererek hayatın muhteşem hakikatini göstermeye çalışırız. Hâlbuki hayatın yaratılmasından önce canlılığa beşiklik edecek ve koruyacak uygun bir yeryüzünün önemini unuturuz. Canlı sistemin entropiye yenilmeden bütünlüğünü koruması için düzenli enerji girişi ve bu enerjinin hayatî metabolizma faaliyetlerinde hassas bir şekilde kullanılması gerekir. Bütün bunların aksamadan yürütülmesi için yeryüzü şartlarının hayat için nasıl hazırlandığına bakmak gerekir. Bu konuda Kur’ân-ı Kerim’deki bazı âyetlere dikkat çekilebilir.

Muhakkak ki biz her şeyi bir kaderle, bir ölçü ile yarattık.” (Kamer, 54/49) mealindeki âyette, kâinattaki canlı ve cansız bütün varlıkların iç yapılarında, hareketlerinde ve inşa edilmelerinde bir ölçü olduğu beyan edilmektedir.

Göğü yükseltti ve ölçüyü (dengeyi) koydu.” (Rahman, 55/7) mealindeki âyette de ölçü/denge ile evrensel çekime ve önceki âyetteki gök cisimlerinin hareketine ait modellemelere işaret edilmektedir.

Önde gelen bilim dergilerinin tartıştığı gibi, ileride dünyamız üzerindeki hayat yok olmaya gidecek ve yaşanmaz bir gezegen hâline gelecekse, biyolojik bir hayata imkân veren, göç edebileceğimiz başka bir gezegen olabilir mi? Bu düşünceye dair bilim kurgu romanları yazılmaktadır. Böyle bir romanı gerçekçi bilgilere dayandırarak yazmak için, aradığımız gezegenin dünyamızın şartlarını ne derece karşılayabileceği üzerinde durulmakta ve bunu yaparken de ister istemez gezegenimizin ne kadar mükemmel bir beşik olarak hazırlandığının farkına varmaktayız.

Ateist filozof Paul Ricci bile “Tasarımın olduğu yerde bir tasarımcının da olması gerektiği” görüşünü, teleolojik (gayelilik) temelli, mantıklı bir açıklama olarak gördüğünü itiraf eder.[1]

Manuel Canales ve arkadaşları, National Geographic dergisinde, “Bir Garip Kaya: Dünyada Hayatı Mümkün Kılan 13 Şey” başlıklı bir makale yazdı.[2] Makalenin anafikri, “Dünya bir gezegen olarak gerektiği gibi donanımlıdır ve bildiğimiz gibi, hayatı desteklemek için ideal olarak Güneş Sistemimize ve galaksimize yerleştirilmiştir.” şeklinde özetlenebilir.[3]

Farklı bilim dallarına mensup araştırmacılar; Samanyolu, Güneş, Dünya ve Ay sisteminde olması gereken hassas ayarlar konusunda, hayat için olmazsa olmaz şartları 25 civarında aslî özellik olarak ele almışlardır. Bu özellikleri kendi içinde beş ayrı gruba ayırarak “Seçilmiş Gezegen” olarak nitelendirdiğimiz dünyamızın hayata nasıl beşiklik ettiğine bakalım:

Samanyolu Galaksimiz İçindeki Seçilmiş Konum

Samanyolu galaksimiz çok eliptik olsaydı, hayat kimyası için yeterince ağır element bir araya gelmeden Güneş’in var edilmesi sebepler planında gerçekleşmeyecekti. Düzensiz bir yörünge olsaydı, zaman zaman çok şiddetli radyasyona mârûz kalınabilir ve hayat kimyası için gerekli ağır elementler mevcut olmayabilirdi. Yıldızlardaki süpernova patlamaları galaksimize çok yakın olsaydı, gezegenimiz üzerindeki şiddetli radyasyonların tesiriyle hayat ortadan kalkardı. Aksine çok uzak olursa, Dünya gibi kayalardan müteşekkil gezegenlerin teşekkülü için gereken yeterince ağır element kalıntısı oluşamazdı. Şayet gök cisimlerinin çarpma sıklığı çok fazla olsaydı, çok fazla sayıda canlı türü ortadan kalkar veya bu sıklık çok az olsaydı, gezegenimizin kabuğu hayat için gerekli olan element ve mineraller bakımından çok fakir kalırdı.[4]

Bu patlamalar çok seyrek veya çok erken dönemde meydana gelseydi, Dünya gibi kayalık gezegenlerin teşekkülü için yeterli miktarda ağır element kalıntısı yine oluşmaz, aksine çok sık veya çok geç olsaydı, yine radyasyon tesiriyle gezegen üzerindeki hayat ortadan kalkardı. Ölmekte olan, Beyaz Cüce adını verdiğimiz yıldızlar çok az olsaydı, hayata hizmet eden kimyevî reaksiyonların devamı için gereken flor yeterince meydana gelmez, aksine çok fazla sayıda olsaydı, yıldızın yoğunluğunun fazla olması sebebiyle gezegenlerin yörüngeleri bozulur ve üzerlerinde hayat olsaydı, ortadan kalkardı.

Hayatın yaratılacağı gezegenin doğumunda rol oynayacak olan yıldızın (yaşlılık döneminde süpernova olarak patlar) galaksi merkezine uzaklığı fazla olduğunda, ağır elementlerin miktarı kayalık gezegenin teşekkülü için yeterli olmazken, merkeze uzaklık az olduğunda hayat için zararlı galaktik radyasyon çok fazla olur. Ayrıca yıldızın yoğunluğu, gezegenin yörüngesini bozarak hayata elverişli bölgenin dışına doğru iter.

Gezegen sistemindeki yıldızların sayısı fazla olursa çekim kuvvetinin tesirleriyle gezegenin yörüngesi bozulurken, yıldız sayısı az olduğunda, üretilen ısı hayat için yetersiz olur. Gezegeni doğuran yıldızın doğum tarihi yeni ise, yıldız kararlı yanma safhasına ulaşamadığından, yıldız sistemi çok fazla ağır element ihtiva eder. Aksine yıldızın doğumu daha eski ise, yıldız sisteminde yeterli ağır element bulunmaz.

Yörüngeler ve Dönme Hızları

Hız ve yörünge tespiti çok ince matematik hesaplar gerektirir. Dünya’nın dönme ekseni farklı eğimde olsaydı,mevsimlerin sayısı ve süreleri değişir, felaket olurdu. Dönme ekseni yörünge düzlemine paralel hâle gelirse, Uranüs’te olduğu gibi, kuzey yarım kürede altı ay boyunca kış ve ardından yaz gelecek, Güneş bütün kuzey yarım kürede batacak ve altı ay boyunca tekrar doğmayacaktı.[5]

Dünya daha hızlı dönseydi, kasırgalar daha hızlı esecek ve içlerinde daha fazla enerji biriktirecekti.[6] Dönme hızındaki sadece %10’luk bir artış bile ekvator çevresinde suyun yüksekliğini o kadar artıracaktı ki kutuplardaki deniz seviyesi düşerken bütün ekvator toprakları sular altında kalacaktı.[7] İnsan ve hayvan toplulukları kutuplara daha yakın yaşamaya zorlanacak ve bu da felaketler ve ölümlerle sonuçlanacaktı.

Güneş ve Ay bir hesaba göre hareket etmektedir.” (Rahman, 55/5) mealindeki âyette açıkça evrensel çekimle ilgili matematik modellemelerden bahsedilmektedir. Burada gök cisimlerinin eliptik yörüngede hareketi ilk akla gelen yorum olabilir. Ancak Güneş ve Ay’ın hareketine dair matematik modelleri, bütün gök cisimlerinin karşılıklı tesirleri dikkate alındığında, sanıldığı gibi basit olmayıp karmaşıklığından dolayı çözümü neredeyse imkânsız bir hâldedir.

Dünya’nın yörüngesi Güneş’e daha yakın olsaydı, mesela ortalama uzaklığımız sadece binde üç oranında az olsaydı, deniz seviyesinin yükselmesi, aşırı hava şartlarındaki artışlar, türlerin neslinin tükenmesi ve ziraî felaketler de dâhil olmak üzere feci atmosferik değişiklikler meydana gelirdi.[8] Dünya, Güneş etrafında eliptik yolculuğunu yaparken her 29 km’de bir rotasından 3 mm kadar sapar.[9] “Her 29 km’de 3 mm değil de 2,5 mm kadar sapma olsaydı, yörüngemiz çok daha büyük olurdu ve hepimiz donarak ölürdük. 3,5 mm ve az daha fazla sapsaydı hepimiz yanardık.”[10] Aslında, Dünya’nın Güneş’ten mükemmel uzaklığı için, “altın kilit”, “altın bölge” veya “seçilmiş saha” diyebiliriz.[11] Böylece dünyamız çok sıcak ve çok soğuk olmamış, hayata uygun sıcaklık değerlerine sahip olacak şekilde hazırlanmıştır.”[12]

Peki ya geceleri seyrettiğimiz Ay olmasaydı ne olurdu? Dünya’nın Ay ile olan karşılıklı çekim güçleri birbirini dengeleyecek şekilde ayarlandığından, kuzey ve güney eksenlerinin yalpalaması stabilize edilir. Bu çekim gücünün fazla olması durumunda okyanuslar, atmosfer ve dönme süresi üzerindeki medd ü cezir (gelgit) tesiri daha şiddetli olurken çekim gücünün azlığı durumunda yörünge eğikliğindeki değişiklikler, iklimde değişkenliklere sebep olur; okyanuslardan kıtalara ve kıtalardan okyanuslara besin maddelerinin ve canlıların geçişi yetersiz hâle gelir, ayrıca manyetik alanın şiddeti çok az olurdu.[13]

 

Kimyevî Altyapı ve Malzeme Özellikleri

Washington Üniversitesinden Peter Ward, Stanford Üniversitesinden Kate Maher, NASA’dan Karina Yager ve Idaho Üniversitesinden Jason Barnes’ın çalışmalarına atıfta bulunan Canales ve meslektaşları, Dünya’nın hayatın temel yapıtaşlarından biri olan karbonu geri dönüştürecek bir devridaim sistemine sahip olmasını, eşsiz bir özellik olarakgörürler. Yeryüzünün yaklaşık %75’i suyla kaplıdır, karbonla beraber hayatın maddî temelinde olan su miktarı daha az olsaydı, çöllerde görülen şiddetli sıcaklık değişimleri sebebiyle gündüzleri aşırı sıcak ve geceleri de aşırı soğuk olurdu. Fakat dünyamızın sahip olduğu uygun miktardaki su, yüksek bir özgül ısı kapasitesine sahip kılındığı için, çok fazla ısıyı tutarak depolayabilir veya şartlar tersine geliştiğinde depoladığı ısıyı çok kolay geri verebilir; bu da yeryüzünün sıcaklığını nispeten sabit tutarak bir klima vazifesi yapar.

Dünyamızın atmosferinin terkibi de çok özel gazlarla hazırlanmıştır. Uzaydan gelen zararlı ışınları engellemek için ozon tabakası önemli bir koruyucudur. Bu gazın fazlalığında yüzey sıcaklıkları çok düşük olurken azlığında ise Güneş’ten gelen mor ötesi ışınların yeryüzüne ölümcül derecede ulaşması sonucu, kara canlılarının büyük bir kısmı ortadan kalkar ve yeryüzü sıcaklıkları çok yüksek olurdu. Oksijen/azot nispeti çok büyük olsaydı, metabolik hâdiselerimiz çok hızlı işler ve çok kısa zamanda yaşlanıp ölürdük. Aksine bu nispet çok küçük olsaydı metabolizmamıza ait hayatî işleyişler çok yavaşlardı. Oksijen miktarı fazla olduğunda bitkiler ve hidrokarbonlar çok kolay yanar, az olduğunda ise organları daha kompleks yapıdaki hayvanlar teneffüs edecek oksijen bulamazdı.

Karbondioksit seviyesi bugünkünden fazla olsaydı gizli sera tesiri gelişir, az olsaydı bitkiler yeterince fotosentez yapamaz, bugünkü besin zinciri kurulamazdı. Atmosferdeki metan (CH4) ve su buharı seviyesi fazla olsaydı, yine sera tesiri artışıyla karşı karşıya kalırdık; su buharı seviyesi düşük olduğunda ise yağmurlar karalardaki organizmaların hayatı için yeterli olmazdı.

Dünyamızın Yapı ve Planına Ait Özellikler

Uzaydan, Güneş’ten ve galaksimizin özelliklerinden ayrı olarak yer kabuğumuzun kalınlığı da belli bir denge içinde tutulmuştur. Çok kalın olsaydı atmosferden kabuğa çok fazla oksijen geçecek, daha ince olsaydı volkanik ve tektonik faaliyetler çok fazla olacak ve yeryüzünde yaşanamayacaktı. Yeryüzündeki bu sismik faaliyetlerin bir hikmeti vardır. Zelzeleler çok fazla ise, birçok hayat şekli ortadan kalkar, yeryüzü yaşanmaz bir hâl alırken bu faaliyetler olmadığında kömür, petrol ve doğal gaz gibi fosil yakıtların ham maddelerinin birikimi için gereken çöküntü havzaları, geniş ovalar, ayrıca yeraltındaki kıymetli madenler, tatlı su ve jeotermal akışkan gibi kaynakların yeryüzüne yaklaşarak daha kolay çıkma, insanların da bunlara daha rahat ulaşma imkânı olmazdı. Yeryüzünde kıtaların yerleşimi de çok nizamlıdır. Kıtalar güney yarım kürede çok fazla olsaydı, mevsimler arasındaki sıcaklık farklılıkları yüksek yapılı organizmaların hayatına zarar verecek kadar aşırı olurdu. Kıtalar üzerinde zaman içinde olgunlaştırılarak yaratılan topraktaki minerallerin çok bol veya çok az olması durumlarında da hayat formlarının çeşitliliği ve kompleksliği yine sınırlı olurdu.

Çekim Güçleri ve Elektromanyetik Işınlar

Yerküre etrafındaki manyetik alan, Güneş fırtınalarını saptıran koruyucu bir kalkandır. Bu manyetik alan çok güçlü olduğunda elektromanyetik fırtınalar çok şiddetli olur, zayıf olduğunda ise, Güneş patlamaları ve rüzgârlarıyla saçılan ışınlar, ayrıca kâinatın diğer bölgelerinden gelen yüksek enerjili tanecikler ve ışınlar, yeryüzüne daha çok zarar verir. Uzaydan gelen mor ötesi radyasyona belli bir şiddette izin verilir. Zira gezegeni doğuran yıldızın rengi ve parlaklığı çok önemlidir. Hem mor ötesi hem de kırmızının altındaki ışık, bitkilerin şeker ve oksijen üretmesi için elverişli olmaz. Beyaz ışık (kırmızı ve mor arası) en güzel fotosentez aralığıdır. Işığın parlaklığı ve yeryüzünden yansıma nispeti çok hızlı arttığında sera tesiri, çok yavaş arttığında ise gizli buzullaşma ortaya çıkar.

Bu ışınlar dışında, atmosferimizdeki fizikî şartlar vesilesiyle elektrik deşarjları yaratılmaktadır. Çok yüksek elektrik boşalmaları olsaydı, atmosferin kimyası ve dolayısıyla hayat bundan etkilenirdi, ayrıca yeryüzünde yangınlara bağlı tahribat çok fazla olurdu. Buna karşılık, çok az elektrik boşalması olması durumunda atmosferde çok az azot kalırdı.

Son olarak mahiyetini henüz tam anlayamadığımız çekim güçlerine bağlı olarak, yer çekimi çok güçlü olsaydı atmosferde çok fazla amonyak ve metan tutulurdu, yer çekimi daha zayıf olsaydı atmosfer çok fazla su kaybederdi.

 Scientific American’da makaleleri yayımlanan ve bütün bu şartları gören Michael Shermer, “Bir eserdeki plan ve proje (tasarım), tabiî olarak akla şunu getirir: İnsanların dünyayı bir Tasarımcı’nın yarattığını düşünmelerinin sebebi, tasarlanmış gibi görünmesidir.”[14] demektedir.

Dipnotlar

[1] P. Ricci, Fundamentals of Critical Thinking, Lexington, MA: Ginn Press, 1986, s. 190.

[2] M. Canales ve ark. “One Strange Rock: 13 Things That Make Life on Earth Possible”, National Geographic, 2018, 233[3]:78–87.

[3] A.g.e. s. 78.

[4] www.apologeticspress.org sitesindeki “Existence of God” kategori altındaki “Design” başlıklarına bakınız.

[5] S. Odenwald, “What Would Happen if the Rotation Axis of the Earth Changed?” NASA Image Education Center, image.gsfc.nasa.gov/poetry/ask/q278.html

[6] S. Fecht, “What Would Happen if Earth Started to Spin Faster?”, Popular Science, 17-5-2017, www.popsci.com/earth-spin-faster.

[7] A.g.e.

[8] V. Roberts, “Even Tiny Changes in Earth’s Orbit Would Yield Global Catastrophe”, The New York Times, 24-7-2017, www.nytimes.com/2017/07/24/science/earth-orbit-sun-catastrophe.html.

[9] D. P. Todd, A New Astronomy, New York: American Book Company, 1906, s. 383.

[10] “Everyday Science”, Science Digest, 1981, 89[1]:124.

[11] Canales ve ark. s. 81; Krş. J. R. Minkel, “All Wet? Astronomers Claim Discovery of Earth-like Planet”, Scientific American, 24-4-2007, www.scientificamerican.com/article/all-wet-astronomers-claim/

[12] Canales ve ark. s. 81.

[13] J. P. Moreland, The Creation Hypothesis, Illinois: InterVarsity Press, 1994.

[14] M. Shermer, Why Darwin Matters: The Case Against Intelligent Design, New York: Henry Holt, 2007, Kindle edition, p. 65.

Bu yazıyı paylaş