Çekme, çekip kendine bağlama, kendinden geçme ve rûhî heyecan sözleriyle ifadelendireceğimiz cezbe, tasavvuf ıstılahında; Allah’ın, sâliki kendine çekmesi, bundan doğan vecd hâli ve sâlikin beşerî sıfatlardan sıyrılarak ilâhî vasıflarla -ahlâk-ı âliye-i Kur’âniye de diyebiliriz- ittisafı ve tecelliyât-ı celâl ile vahdeti duyup hissetme veya müşâhedesidir ki, bu tecellilere ma’kes olan pâk ve müstaid bir ruh, kendini ötelerden kabarıp gelen dalgaların gel-gitlerine salar; tıpkı yüzme ameliyesiyle bütünleşmiş iyi bir yüzücü gibi, endişesiz, korkusuz, telâşsız ve derin bir teslimiyetle; bazen de şevk u tarâb içinde sürekli yüzer-durur.
Cezbe, insanın özüyle irtibatlı “ile’l-merkez (merkez çek)” bir kuvve-i kudsiye tarafından, yine onun yaratılış gayesine ve mahiyet ibresinin gösterdiği ufka doğru bir çekme ve cezbetme ise; incizap, ruha vârid bu davete, onun karşı koymadan “severek, isteyerek geldim” demesidir.
Cezbe, esbab-ı âdiye ile elde edilemeyecek kadar büyük bir mevhibe ve mazhariyettir; bu mazhariyetin biricik sebebi de cebr-i mukaddes ve ihtiyâr-ı mübecceldir. Evet, hem cezbeyi kucaklayacak ruhtaki istidat ve gönüldeki safvet hem de meâlı̂ye müştak bu nezih fıtratın ikinci bir mevhibe ile şereflendirilmesi; ikisi de Hakk’a aittir. يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَۤاءُ ذٰلِكَ فَضْلُ ا ِ “ İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır; onu dilediğine verir;1 verir de bir “ân-ı seyyâle” içine, koca zaman parçalarını ve onlardaki şuûnâtı sığıştırır.. bir tek adıma, cennetlere ulaşma gücünü bağışlar ve bir nazara, kömürü elmas hâline getirme kabiliyetini bahşeder.
Evet, insan iradesiyle aşılması imkânsız gibi görünen çok uzun mesafeler, çok baş döndürücü irtifâlar, Hakk’ın cezbedip yükseltmesiyle, miraç gibi, bir hamlede, bir nefhada gerçekleşiverir. Bu mânâya işaret içindir ki, bir mübarek sözde şöyle denmiştir: جَذْبَةٌ مِنْ جَذَبَاتِ الرَّحْمٰنِ تُوَازِي عَمَلَ الثَّقَلَيْنِ “Hazreti Rahmân’ın cezbelerinden tek bir cezbe, ins ü cinnin ameline (amelleriyle elde edilen kurbete) denktir.”2
Hakk’ın cezbiyle ruhlarında, iman-islâm- ihsan esrarını duyan münceziplere “Üveysî meşrep” denir ki, bunların bütün duygu, düşünce, hissiyat ve davranışları, o kudsî cezbe ile müncezip olmaları sayesinde hep istiğrak ve hayret içinde geçer.
Bazen de, cezbe ile riyazet ve ibadet arasında “devir” gibi bir “salih daire” teşekkül eder; hak yolcusu, ibadet ve riyazeti ölçüsünde cezbe ile taltif edilir ve cezbesi nisbetinde de kendini riyazet ve ibadete verir. Şer’î kıstaslar ibresinin gösterdiği istikamette hareket edildiği sürece de bu alışveriş ve bu doğurgan geçme ve ruhî heyecan sözleriyle ifadelendireceğimiz cezbe, tasavvuf ıstılahında; Allah’ın, sâliki kendine çekmesi, bundan doğan vecd hâli ve teselsül devam eder. Aksine, Mişkât-ı Muhammed’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) nur-efşân ikliminden uzaklaşıldığı ölçüde de, çeşit çeşit iltibaslar baş gösterir, laubalilikler zuhur eder ve şer’î mükellefiyetlerin hafife alınması gibi zulmanî hâllerle karşılaşma “fasit daire”leri içine girilir.
Her şeyden evvel cezbe bir istidat ve bir ilk mevhibedir. Allah’ın bu ilk cebrî atâsı olmadığı takdirde, hak yolcusu, mücerred riyazet, ibadet ve tasfiye ile ne o cezbeyi elde edebilir ne incizaba erebilir ne de “ism-i Vedûd”dan süzülüp gelen ışıkla, kâinat çehresindeki cezb u incizab dalgalanmalarını görüp anlayabilir.. ve böyle birisine, “hiçbir şey değil” denmesi doğru olmasa bile, ciddî bir şey olduğunu söylemek de oldukça zordur.
“Cezbe-i aşk olmayınca neylesin şeyhim beni, Hak’tan ilham gelmeyince neylesin şeyhim beni..!” (Yunus) Cezbe insanı, bazen kendini feyz-i ilâhî muhitinde müstağrak görerek, dünyayı da, ukbâyı da, dünya ve ukbâ ile münasebetlerini de öyle bir nisyana gömer ki, artık O’nun tecellilerinden başka bir şey göremez. Muallim Naci:
“Bir cezbe verdi tab’ıma bahrin hurûşu kim,
Sandım muhît-i feyz-i ilâhî hayâlimi…”
der ve kendini, kendi gibi diğer şeyleri de o Câzibedâr-ı Mukaddes’in cezbiyle mest ü mahmur görür. Evet, “Muhabbet-i ilâhiyenin cezbesinden ve şarab-ı muhabbetten herkes ve her şey mesttir: Felek mest, melek mest, nücûm mest, semavat mest, şems mest, kamer mest, zemin mest, anâsır mest, nebat mest, şecer mest, beşer mest ve baştan başa bütün canlılar mesttir.”3
Cezbe iki türlü olur:
1. Hafî (gizli olanı) ki: Cezbeli; Hakk’ı sever, Hakk’ın emirlerini yerine getirmekten derin bir zevk alır ve sürekli daha derin bir haz kaynağına doğru çekildiğini hisseder.
2. Celî (açık olanı) ki: O, her an daha da inkişaf eden, daha da büyülü bir hâl alan çok derin bir duyuş ve sezişle, O Mutlak Câzibedâr’ın cezbiyle, üns, huzur ve itminan tüten sırlı bir dünyaya müncezip olduğunu duyar ve hep meczup olarak yaşar.. tabiî hâlden anlamayanlar da onun hayatındaki televvünâta bakarak onu deli sanırlar. Bu hâl ve bu iltibası ifade etmesi bakımından, Abdülaziz Mecdi Efendi’nin, cünûn redifli şu gazeli oldukça mânidârdır:
“Cezbe derler bir cünûn vardır fevz-i emin
Bundan eyler îtilâ bâlâya esrâr-ı cünûn”
Evet, cezbenin zâhiren cinnete benzeyen yanları vardır; ama yine de ikisi birbirinden çok farklı şeylerdir. Cezbe tecellileriyle hâlden hâle intikal edip duran meczubun idraki, ya kayıp normal beşer idrakinin altına düşer; düşer de, ondan hiss-i selim, akıl ve şer’-i şerifle tevfiki imkânsız hâller zuhur etmeye başlar.. veya yükselip adi insanlar seviyesini aşarak öyle beşer üstü bir zirveye ulaşır ki, onun ötesindeki seyahatinde, hep elinde Sünnet meşalesi, hiss ü aklın önünde sonsuzluğa pervaz eder durur da, görenler onu mecnun zanneder. Heyhât! Aklın altına kayıp düşmüşlük ifadesi cinnet nerede; aklı, hissi tevfik-i ilâhînin yedeğine alıp sürekli onların önünde yürümek nerede.!?
مَةَ مِنْ كُلِّ اَللّٰهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ وَالسَّ َ
إِثْمٍ وَالْغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ برٍِّ وَالْفَوْزَ باِلْجَنَّةِ وَالنَّجَاةَ مِنَ النَّارِ
َخْيَارِ َبْرَارِ وَا ْ وَصَلِّ اللّٰهُمَّ عَلٰى سَيِّدِنَا سَيِّدِ ا ْ
Dipnotlar
1. Hadîd sûresi, 57/21.
2. Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 4/142; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/397.
3. Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.680 (Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf, Üçüncü Maksat).