Mâbedler zinciri içinde, hükümdarlık remzi olarak koca koca tepeleri hatırlatan pek muhteşemleri olduğu gibi, sıradan insanlara işaret eden orta vüs’attekileri ve ince, zarif hâlleriyle çocuklar ya da gençler için yapılmış gibi görünenleri de vardır. Ne var ki, en büyük ve muhteşeminden en küçük ve en mütevaziine kadar hemen hepsi, aynı ruh, aynı mânâ ve aynı iç muhtevaya bağlılık açısından âdeta bir bütünün parçaları gibidirler. Onlar bize, hep aynı şeyleri mırıldanır, aynı hususlara göndermelerde bulunur ve aynı meseleleri hatırlatırlar; biz de dillerinden anlayabildiğimiz ölçüde onları birer mûsıkî gibi dinler, ifade ettikleri mânâları paylaşır ve onların harîminde bulunduğumuz sırlı zaman içinde bizimle beraber Hazreti Kâdiyü’l-hâcât’a el kaldırıp yalvardıklarını duyar gibi oluruz.
Bu mâbedlerden kimileri otağını, herkes tarafından görülebilen yüksek bir tepeye kurmuş, muhteşem ve fevkalâde görünümü ile içlerimize haşyet salan manzarasının yanında hayallerimizde dünya ve âhiretin birleşik noktasında duruyor olma hissini uyararak, arzularımızı, iştiyaklarımızı, dâüssılalarımızı harekete geçirip bizi bulunduğumuz zaman ötesine çağırır ve bize kendi iç sırlarından neler ve neler duyururlar.
Kimileri, ince, zarif, yumuşak ve annelerimizin kucağı kadar sıcak iklimleriyle bizlere bağırlarını açmış gibi durur ve ezan çağrısına ihtiyaç bırakmayacak şekilde gönüllerimizi ezelî şefkatin nağmeleriyle kendilerine çağırırlar.
Kimileri, postunu düzlüğe sermiş, herkese açık ve günün her saatinde semtine uğrayanlara hoşâmedîleriyle elleri göğsünde “eyvallah” diyen bir dervişe.. kimileri, ilim ve araştırmaya açık ufukları, herkese tesir edecek şekilde vakur duruşlarıyla bir müderrise.. kimileri de halkvârî eda ve hâlleriyle hemen her yerde karşılaşacağımız bizim insanımıza benzerler.
Her biri kendi çapında “Sidretü’l-müntehâ”nın birer gölgesi gibi duran bu kudsî mekânlar neye benzerlerse benzesinler, bunların hemen hepsi de bizim ülkemizin özünden-usaresinden, ruhundan-mânâsından süzülüp çıkmış gibi bir edaya sahiptirler ve bizim mânâ köklerimizle, iç muhtevamızla o kadar uyum içindedirler ki, onlarla ne zaman karşılaşsak, his, idrak veya şuuraltı müktesebatımızdan bir kesitle karşılaşmış gibi oluruz.
Bu mâbedler aynı zamanda, inşa edildikleri yerler itibarıyla da sırlı bir kısım hususiyetleri haizdirler: Onların, o mehabetli ve ledünnî görünüşlerinin yanında, incelik, güzellik, zarâfet, ihtiyaç ve estetik gibi yanları itibarıyla da öyle fevkalâde ve mükemmel hâlleri vardır ki; eğer sağlarına-sollarına münasebetsizce yerleştirdiğimiz o hoyrat beton yığınlarını görmez ya da yok farz edersek, onları bulundukları mekânlarla uyum içinde en enfes birer sanat harikası olarak bulur ve büyüleniriz; evet insan, pek çoğu itibarıyla bu sihirli mekânlara doğru yürürken, kendini bir zirveye doğru yükseliyor gibi hisseder.. ve mâbedde hakikîsine ulaşacağı bir terakkînin ilk basamaklarında bulunduğunu sanır. Bilhassa mâbede bağlı eskiden kalma nâzım plânların korunduğu yerlerde, insan yol boyu mâbed hedefli cadde ve sokaklarla, pek çok mescid mücâviri evlerin önünden geçerken hep Allah’a yürüyor gibi Allah evine yürür.. yürüdükçe içi açılır.. her adımda yeni bir inşirah duyar.. bazen uzun bazen de kısa, ona götüren bütün yolları, duygularında, düşüncelerinde mâbedleştirerek her şeyi zâtî kıymetlerinin çok çok üstünde değerlere ulaştırır.
Geçtiği mahalleleri, yürüdüğü sokakları, uğradığı bina önlerini, gölgesine sığındığı duvarları tıpkı tanıdığı insanların yüzleri gibi görür; görür ve âdeta onlardan selâm alır, onlara selâm verir, hepsinden yakınlık duyar, hepsine yakınlığını duyurur.. önünden geçtiği pencereler ışıl ışıl gülücüklerle ona hoşâmedîde bulunur.. uğradığı her yer ve birbirinden ayrı sayılan her mesafe şuurlu birer varlık, hatta bir yol arkadaşı gibi ona refakat eder.. sonra da onu başka refiklere bırakıyor gibi el sallar ve ayrılır. Gelip mâbedin revaklarına veya mâbedi çevreleyen bahçeye ulaştığında da, şadırvan kurnalarından boşalıp dört bir yanda yankılanan su çağıltısı, kanat sesi, ağaç hışırtısı, kuş cıvıltısı ve abdest alanların iç çekişlerinden hasıl olan koro şeklindeki bir hoşâmedîyle karşılanır.. her şeyi, her sesi, her nağmeyi, her güzelliği bir kevser gibi yudumlar.. ve harem dairesine yürüyormuşçasına, kapalı ve olabildiğine mahrem bir kısım hislerle kendisiyle öteler arasında gelir-gider.. sonra da tamamıyla ebedî mihrabına kilitlenir ve sadece O’nu sayıklar. Artık ne su çağıltısı, ne kanat sesi, ne ağaç hışırtısı, ne de kuş cıvıltısı; tekbirlerle gönlüne akan mânâları duyar ve ürperir.. tehlillerle nefes alır-verir ve soluklanır.. tesbihlerle dolar boşalır.. her seste, her sözde O’nu duymaya çalışır.
Evet, namaz yolcusu, gidip bu noktaya ulaşınca artık bütün bütün bulunduğu mekânın havasıyla mest olur ve tasavvurları aşkın lâhûtî bir lezzetle kendini iştiyak ve temkinin gel-gitlerine salar ki, bir mânâda “haremgâh-ı ilâhî” de sayılan fizikî bu son durak, duyup hissedenler için canlı-cansız aksesuarıyla âdeta ötelerin nağmeleriyle inler.. insanları huzura hazırlar ve daha ötesine biler.. evet, hüşyâr gönüller için burada her şey hususî lisanıyla O’nu anar ve her tavır ve davranıştan O’na ait gizli bir kısım fısıltılar duyulur.
Hele bir de bu namaz yolcusu, ezanla, kametle ve niyetle bütün bütün dünyevî duygulardan arınıp, “Allahu Ekber” diyerek Rabbinin karşısında el pençe divan durabilmişse; işte o zaman, bütünüyle semâvî bir hâl alır ve kendini, enbiyâ, asfiyâ ve evliyânın, Hak karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde bulundukları saflar arasında hissetmeye başlar.. ve önündeki imama uyduğu aynı anda, imamlar imamı Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a da iktida etmiş olmanın sonsuz hazzını duyar.. kalbinin saffeti ölçüsünde bedenî isteklerine ve cismanî arzularına karşı tamamen kayıtsızlaşır ve âdeta Hak hoşnutluğuna abanmış gibi olur.. gönlünü tamamen O’nunla doldurur; hiç olmazsa doldurma gayreti içine girer.. bulunduğu hâlin boyasına boyanır.. işte böyle birinin bu şekildeki ledünnî insibağı namaz süresince onu hep huzurun mehabetli yamaçlarında dolaştırır ve ona, dünyada ulaşılması imkânsız mehâfet ve muhabbet ziyafetleri çeker.
Mâbedin bu iç derinliğinden ötürüdür ki onu, kalben inkişaf etmiş kimseler âdeta, Hakk’a yürümenin rampası gibi görür.. değil günde beş defa, ona her gün onlarca defa uğrasalar da, her zaman taptaze bir ümit, bilenmiş bir azim ve bembeyaz hülyalarla uğrar; her uğrayışlarında iç içe vuslatlar yaşar, her ayrılışlarında da hicranla ayrılır ve hasretlerini de bir kere daha uğrayacakları mülâhazasıyla serinletirler.. gözleri mâbedde, kulakları minarelerde, ömürlerini minarelerden yükselen çağrıya bağlılık içinde geçirir ve hep mâbed ufuklu yaşarlar.