Kütahya’nın Simav kazasına bağlı Hamzabeyli köyünde, 1885’te dünyaya gelen Ali Tosun, ilk öğrenimini Yağlılar Medresesinde yapmıştır. Bursa’daki altı senelik medrese tahsilinden sonra Mısır’a gitmiş, orada Ezher Üniversitesinde tahsilini tamamlayıp Simav’a dönmüştür. Simav’da uzun yıllar camilerde vazife yapmış, bazı gençlere Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’ân Dili isimli tefsirini okutmuş ve sohbetlerde bulunmuştur. Bunların yanı sıra geçimini temin için bakkallık, manifaturacılık ve kitapçılık da yapmıştır.
Daha sonra Hacı Raif Cilasun’un delâleti ile İzmir Kestanepazarı Kur’ân Kursuna gelerek meslek dersleri ve bilhassa Arapça dersleri vermiştir. Ayrıca cuma günleri Şadırvan Camii’nde merkez vaizi olarak vaaz etmiştir. İzmir İmam Hatip Lisesi talebelerinin yanı sıra, öğretmenlere de dersler vermiştir.
Simav’daki evini satarak Kahramanlar semtinde ev alıp İzmir’e yerleşen hocamız, 4 Eylül 1973 tarihinde ruhunun ufkuna yürümüştür.
Vefatından bir sene önce, Kestanepazarı Kur’ân Kursu talebelerinin yıllık pilav gününde bir konuşma yapmış, her bir talebesinin kendisi gibi talebe yetiştirmesi üzerinde durmuş, hatta böyle gayret gösterenlere hakkını helal edeceğini söylemiştir.
Hacı Ali Hocamız demişti ki: “Ben Arapçayı ve o dilde yazılmış şiir ve kasideleri daha iyi ve derin öğrenip anlayabilmek için özel hocalara sarı lira vererek ders alıyordum. Elhamdülillah, şimdi hiçbir karşılık beklemeden öğretmek istiyorum. Allah kendisinden razı olsun. Abdulfettah Efendi’den (M. Fethullah Gülen Hocaefendi’yi kastediyor) ücretsiz ders vermesini öğrendim.”
Biz İmam Hatip okuluna giderken, yurdumuz ve kursumuz olan Kestanepazarı İmam Hatip ve İlahiyata Talebe Yetiştirme Yurdunda, okuldaki sınıf seviyelerimize göre değil, bilgi durumumuza göre kurslara katılıyorduk. Ben Kestanepazarı’na gelmeden önce, Manisa Sarıgöl kazasında Abdullah Demir Hocamızdan (2023’te vefat etti) Kâfiye’ye kadar Arapça okuduğumdan, ortaokullu olmamıza rağmen, Mehmet Binici, Abdurrahim Tuğral ve durumu müsait arkadaşlarla beraber, üst sınıflardaki ağabeylerin derslerine katılıyor ve Hacı Ali Efendi Hocamızdan da dersler alıyorduk.
Arapça âşığı olan bu zattan, elhamdülillah, çok şey öğrendik. En hoşuma giden tarafı, Arapça kelimelerin köklerine inmesiydi. Mesela “darb” kelimesi nasıl “taksim” mânâsına geliyor? Bunu şöyle anlatırdı: “Bir Arap, çarşıya gitti. Çerez vs. alıp evine geldi. Çocukları etrafına toplandı. O, elini çerezlerin içine “darb” etti (vurdu) ve çerezden bir avuç alıp bir çocuğuna verdi. Bir daha, bir daha darb etti. Öbür çocuklarına verdi. Yani onlar arasında taksim etti.”
Mesela, “Kur’ân” kelimesi, “kare’e” ve “kareye”den gelir. “Kare’e”, okudu demektir. Kareye’yi de şöyle izah ederdi: “Çoban susuz kaldı, toprağı kazdı, yavaş yavaş su birikmeye başladı veya bir ev yapıldı, yanına bir ev daha… Derken evler çoğaldı, bir köy, bir kasaba, bir şehir oldu. Aynen böyle, bir âyet, bir âyet daha… Daha sonra âyetlerden sûreler, sûrelerden Kur’ân ve Mushaf (sahifeleşmiş hâlde) Kitabımız meydana geldi.”
Mesela, “sebeha”, “yüzdü” demektir. İnsan yüzerken elleri ve kollarıyla suyu ite ite gider. Buna bağlı “tesbih” kelimesi, “Sübhanallah” diyerek Cenab-ı Hakk’ı noksanlık ve kusurlardan tenzih etmek, onları ötelemek ve uzaklaştırmak mânâları ile alâkalıdır. Aynı şekilde göklerin ve yerin Cenab-ı Hakk’ı tesbih etmesi de, O’nu hem tenzih etmesi hem de içindeki yıldız ve galaksilerin semavatta yüzüp gitmesi demektir.”
Derslerde böyle pek çok kelimeyi defterime kaydetmiştim. O defterleri de uzun zaman muhafaza etmiştim, ama muhaceretler sırasında başlarına neler geldi, bilemedim.
Biz ayrıca Hacı Ali Efendi’den Meânî, Beyan ve Bedi’ dersleri de aldık. Sonra Celâleyn tefsirinden de okuduk. Daha sonra Hizmet’i tanıyınca zevkle okuduğum ilk risale, İşârâtü’l-İ’câz tefsiri olmuştu. Çünkü Celâleyn tefsirinden okuduğumuz bazı âyetler, İşârâtü’l-İ’câz’da ele alınmıştı. Üstadımızın izah tarzlarında bu ilimlerin tatbiki de vardı. İşârâtü’l-İ’câz’ı az çok anlamamda, Hacı Ali Efendi’den aldığımız dersler çok işime yaradı.
Bir Elmalılı Hamdi Yazır hayranı olan Hacı Ali Efendi’yi zaman zaman tarihî Kestanepazarı Camii’nin bir kenarında, namaz öncelerinde tesbih çekerken, evrad ve ezkâr okurken de görmüşümdür.
Ali Şendil, İshak Türe, Şaban Düz ve diğer hocalarımız da Hacı Ali Efendi’den ders almışlardır. Fakat onun M. Fethullah Gülen Hocamıza daha çok sevgisi ve saygısı vardı. Hatta Hocaefendi, Kestanepazarı’ndan ayrılmak zorunda bırakılıp İzmir Güzelyalı’daki mütevelli ağabeylerle beraber bir yurt açınca, Hacı Ali Efendi, senelerce ders verdiği Kestanepazarı’nın yanı sıra, Hizmet’in yurdunda da dersler vererek Hocaefendi’nin yanında olduğunu da gösterdi.
1963–1964 yıllarında Risale-i Nurları tanıyınca onları yurttaki dolabıma koyamıyordum. Baskın olur, yurda da zarar verir diye, Kestanepazarı Camii’ndeki Kur’ân konulan dolapların alt tarafındaki kapalı bölümlere koyuyordum. Zaman zaman çıkarıp üzerlerinde çalışıyordum. Buna muttali olan üst sınıflardan bazı öğrenciler, bana karşı tavır aldılar. Bunun için biraz da ağzımızın payını vermesi niyetiyle bir ders sırasında Hacı Ali Hocamıza, Üstad Bediüzzaman Hazretleriyle ilgili bir soru sordular. O da şöyle cevap verdi:
“Ben Mısır’a gitmeden önce Bursa’da medresede okurken, İstanbul’dan medresemizi teftiş için bir müfettiş geldi. İsmi Hasan Fehmi’ydi, çok mühim bir âlim… Şimdi imkân olsa, şu yaşımda her gün kendisinden ders almak isterim. Teftişini bitirdikten sonra hocalarımıza ve talebelere bir sohbette bulundu. Sonra o sıralar İstanbul’a gelmiş Bediüzzaman Said Nursî’den şöyle bahsetti: ‘İstanbul’da Şekerci Hanı’nda bir oda tutan Bediüzzaman, kapısına bir levha asarak üzerine şunları yazdı: ‘Burada her suale cevap verilir, fakat soru sorulmaz!’ ‘Her müşkül hâlledilir, kim ne isterse sorsun.’ dercesine bir meydan okumada bulundu. Yani sadece hocaların dinî ilimlerden soru sormalarını istemiyor, her ilim dalına dair sual sorulabileceğini ifade ediyordu. Bizim büyük hocalarımız, ‘Bu nasıl olabilir?’ dediler. Bana, ‘Sorular hazırlayalım da sen sor, bakalım bilebilecek mi?’ dediler. Hep beraber çalıştık, soruları çıkardık. Ben, genç olduğum için onları yanıma alıp Şekerci Hanı’na gittim. Soruların hepsini sordum. Sanki akşam beraber hazırlamışız gibi, hiç tereddüt etmeden, hepsine cevap verdi.”
Hacı Ali Efendi, bunları anlatınca, talebe arkadaşlar çok hayret ettiler ve hemen “Hocam, böyle bir şey nasıl olabilir?” dediler. O da “Ne bileyim ben, bunlar Allah’ın sevgili ve mübarek kulları. Belki de kitapların sayfaları gözlerinin önüne getirilmiştir veya birileri kulağına fısıldamıştır. Artık orasını ben bilemem!” dedi.
Hacı Ali Efendi Hocamızın bu sözleri en başta beni rahatlattı. İtirazı olan öğrenci ağabeylerin de bana ve Hizmet’e bakışları da müsbet mânâda değişti.
Doğum yeri olan Kütahya’nın Simav kazasında Hizmet adına yapılan ilim yuvasına da Büyüğümüzün tensibiyle, “Hacı Ali Tosun Yurdu” ismi verildi. Böylece İslamî ilimlere çok büyük emeği geçmiş bu zatın ismi de kendi memleketinde bir hayır yuvasına konulmuş oldu.