“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mârûz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara dûçâr oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ile yanındaki müminler bile ‘Allah’ın vaadettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214).
Ter içindeydi. Sık sık soluk alıp veriyordu. Bu bir kâbustu. Eşi onu uyandırdı. Endişeyle çevresine baktı. Nerede olduğunu kavramaya çalıştı. Gördükleri gerçek değildi. Hepsi sadece bir rüyaydı. Derin bir “Oh!” çekti.
Her şey yedi yıl önce başlamıştı. Ülkede çok şey değişmiş ve o artık siyasi muhalifti. Anadolu’nun kahraman hanımları, yiğit beyleri ve imanlı gençleri artık “haindi!” Bir vatansever bir gecede terörist oluverir mi? Komşular, akrabalar onu görünce artık kapılarını kapatıyorlardı. Ülke onun için yaşanmaz bir hâl almıştı. Bir buçuk yıl cezaevinde kaldı. Eşi de tutuksuz yargılanıyordu. Yargıtay aşamasındaki davaları yakında sonuçlanacak ve cezanın kalan bölümünü tamamlamak için tekrar Medrese-i Yusufiye’ye gireceklerdi. Çocuklarına kim bakacaktı? Hapse giren anne babaların evlatları, çocuk yuvasına veriliyordu. Ailenin maişetini kim, nasıl sağlayacaktı? Süreçte pazarcılık yaparak ailenin geçimini sağlamıştı. Daha önce devlet memuruydular ve iyi bir gelirleri vardı. Ancak şimdi Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile meslekten ihraç edilmişlerdi. Düşündü. Bu dünyada Allah rızası uğruna kimler, kim bilir neler yaşamıştı: Peygamberler Sultanı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ashâbı, Hazreti İsa (aleyhisselâm) ve havarileri, diğer peygamberler ve yol arkadaşları, Allah’a yakınlıklarıyla bilinen veliler ve salih kullar… Şimdi sıra onlardaydı. Öncekilerin yaşadıklarının benzerini ailesiyle yaşayacaktı.
Meriç Nehri’nden iki çocuğu ve eşiyle beraber zorluklar içinde geçti. Kaçakçıların patlak botuyla nehri geçerken, bir çocuğu suya düşmüş, genç bir dava arkadaşı, son anda çocuğu elinden tutarak kurtarmıştı. Nehir, öncesi ve sonrası ile bir hayatta kalma mücadelesi idi. Nöbetçi askerler sesini duymasın diye bebeğin ağzını kapamıştı. Çocuk neredeyse boğulacaktı. Dönüp ülkenin topraklarına son defa bakınca yüreği burkuldu. Tarlalarda aç, bitkin ve çamura batarak saatlerce yürüdüler.
Atina hayatı öncesi, her milletten insanın bir arada kaldığı bir nezarethanede üç gün gecelemişlerdi. Hayat nasıl bir şeydi? Allah’ın imtihanı, sırlarla ve hikmetlerle doluydu. Bir yıl önce, çocuklarıyla böyle bir yerde olacağını hayal bile edemezdi.
Atina’da onu, daha önce benzer yollarla gelmiş kader arkadaşları karşıladı. Sanki tekrar dünya cennetine kavuşmuştu. Oradaki insanlar yemiyor yediriyor, içmiyor içiriyorlardı. Atina’da kaldıkları yedi ay boyunca, özledikleri kitapları âdeta koklayarak okudular. Öz yurtlarında Üstad Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatını, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Pırlanta Serisi kitaplarını, hatta Mushafları bile evlerinden çıkarmak zorunda kalmışlardı. Bu kitaplar, polis aramalarında evde bulunursa hapishane yolu açılıyordu.
Yunanistan hayatı, onlara maddî ve manevî şifa vesilesi olmuştu. Bir defa daha anladılar ki düşmanlık, siyasilerin süflî menfaatleri için uydurdukları bir durumdu. Meğer halklar birbirine ne kadar da dost idiler. Yunanlılar misafirperver bir millet idi. Komşu ülkede kader arkadaşları onlara kardeşten öte olmuşlardı. Daha sonra birçok denemenin ardından Almanya’ya geçtiler.
Almanya’ya geleli iki sene olmuştu. Bu memleket günümüzün muhacirlerine sadece kapılarını değil gönüllerini de açmıştı. Burası adaletle yönetilen, insanî değerlere önem verilen ve fikir hürriyetine saygı duyulan bir ülke idi.
Kapkaranlık bir kış gecesinde, rüyasında yine Türkiye’deydi! “Ben ülkeye tekrar niçin geldim? Oysa ne zorluklarla ülkeden ayrılmıştım. Şimdi tekrar nasıl çıkacağım?” diyordu. Her an onu bir polis yakalayabilirdi. Bir tanıdık onu görüp ihbar edebilirdi. Yakalanmamalıydı. Dehşet içindeydi. Sokaklarda hızlı adımlarla ilerliyordu. Sonunda uyandı ve doğruldu. Nefes nefeseydi. Önce nerede olduğunu kavrayamadı. Birden rahatladı ve derin bir “Oh!” çekti.
Ertesi gün psikiyatriste gitmeye karar verdi. Ona kâbuslarının son zamanlarda sıklaştığını, hatta kimi zaman Almanya’daki evinin kapı zili çalınca, sanki polislerin baskına geldiğinden endişe ettiğini ve gerginliğinin çok arttığını anlattı. Ülkesinde yaşadığı olayları uzaktan veya yakından hatırlatan durumlardan şiddetle kaçındığını, uyumakta zorlandığını, eş, dost ve aile münasebetlerinde güçlüklerle karşılaştığını, dikkat dağınıklığı, kolayca irkilme ve öfkelenme eğilimi gösterdiğini belirtti. Bir siren sesi bile gerilmesine sebep oluyordu. Psikiyatrist onu dinledikten sonra, “Sizde travma sonrası stres bozukluğu var.” dedi.
Travma sonrası stres bozukluğu, travmaya sebep olan olayların, günlük hayatta veya rüyalarda tekrar tekrar yaşanması ve o hâdiseyi hatırlatan durumlardan kaçınmaya yol açan bir aşırı uyarılmışlık ve kolayca irkilmeyi de ihtiva eden bir kaygı bozukluğudur. Savaş, kaza, afet ve hırsızlık gibi olayları bizzat yaşayan veya bunlara şahit olan kişilerde hâdiselerin üzerinden uzun zaman geçtikten sonra bile, kalıcı bir travma görülebilir. Mesela bir savaştaki feci hâdiselere şahit olan bir kişi, barış zamanında bir havaî fişek gösterisi veya patlayan bir balon sesiyle, sanki o acıklı anları tekrar yaşıyormuş gibi büyük bir endişe ve korku hissedebilir.
Travmaya sebep olan olaylardan herhangi birisine yoğun olarak mârûz kalma neticesinde, birtakım rahatsızlıklar yaşanır. Uyku problemleri başlar, kâbuslar görülür, rahatsız edici hatıralar sık sık akla gelir. Yaşanan hâdisenin tekrarlanması endişesi sebebiyle, olayın bazı yönlerini kişinin yeniden yaşadığı veya şu anda oluyormuş gibi hissettiği durumlar ortaya çıkar. Ayrıca kolayca irkilme, çabuk sinirlenme, uyaranlara karşı verilen tepkilerde değişiklik ve eskiye göre farklı davranışlar sergileme de yaygındır.
Travma sonrası stres bozukluğu, bir psikiyatrist tarafından tedavi edilebilir. Bu şikâyetler sizde varsa bir psikiyatristten randevu alabilirsiniz. Belirtileri ve rahatsızlıklarınızı not alarak randevunuza giderseniz yeterli olacaktır. Elbette iyi bir hekim seçilmesi önemlidir. Hastalığın tedavisinde ilaç kullanmak gerekli olduğunda, sadece klinik psikolog yeterli olmayacaktır. Psikiyatriste ulaşılamıyorsa bir klinik psikologla birlikte bir ev doktoru da yardım edebilir. Tedavide ilaç ve psikoterapi yer alır.
Her ne kadar ilaç tedavisine bir kısım insanlar soğuk baksalar da ailede şiddetli geçimsizlik ve depresyon gibi problemlerde, ilaç tedavisi tesirli bir çaredir. Eşler arasındaki geçimsizliklerde bitkisel veya farmakolojik ilaçların psikoterapiyle birlikte kullanımı sadece psikoterapiye göre çok daha müessir ve faydalıdır.
Depresyonda; mutluluk ve zindelik hissi veren, sinir hücreleri arasında sinyalleri taşıyan kimyevî bir madde olan serotonin seviyesi düşer. İntihar etmiş hastaların beyin biyopsisinde serotonin miktarının düşük olduğu görülmüştür. Ne yazık ki bu madde kanda tespit edilemez. Şu gerçektir ki üzüntü serotonin seviyesini düşürür. Nasıl ki demir eksikliğinde demir, tiroit bezi az çalıştığında tiroit hormonu alınıyorsa, travma sonrası stres bozukluğunda da hastalar bazı ilaçları kullanmalıdır. Böylece serotonin seviyesi normale dönecektir.
Antidepresanlar zannedildiği gibi bağımlılık yapmazlar. Hepimiz insanız ve kimi zaman hayat şartları çok ağır olabilir. Dünya ölümler, firaklar, zulümler, hastalıklar ve zorluklarla doludur. Ancak iman gözü ile bakınca bu dünya Cennet gibi olur. Allah’ın ihsan ettiği tedavi metotlarını araştırmak vazifemizdir.
İlaç tedavisi ve psikoterapiyle beraber maneviyatın geliştirilmesi, tedavinin tesirini artırır. Cenab-ı Hakk’ı yakından tanıyıp sevmeye vesile olan eserleri mütalaa ve müzakere etmek de şifaya kapı aralar.
Ayrıca düzenli olarak yapılan sohbet-i Canan, tövbe ve istiğfar, dua ve tevekkül, tedavinin tesirini kesinlikle artırır.
Süreçte olanlar oldu. Bize düşen, bu mukaddes yolculukta ruhî ve bedenî sıhhatimizi koruyarak kulluktan uzaklaşmamaktır. İki cihanda da mutlu olmak için kalb ibresi, hep doğru istikameti göstermelidir.