Zorunlu Mücadeleden Kalıcı Dostluğa

Osmanlı ve Alman İmparatorlukları arasındaki önemli ilişkiler Kanûnî Sultan Süleyman (1520–1566) ve V. Karl (1519–1556) dönemine kadar uzanmaktadır. V. Karl, Avrupa’nın tamamını işgal ederek Avrupa-Almanya İmparatorluğu’nu ilan etmek istiyordu. Fransa kralı I. François de Avrupa Hristiyan İmparatorluğunu kurmanın peşinde idi. Bu iktidar mücadelesi 1525 yılında, Pavia Muharebesinde François’nın yenilmesi ile sonuçlandı. François, Karl’a esir düştü. Böylece Karl, Avrupa’daki egemenliğini sağlamlaştırdı. Savaşta esir alınan Fransa Kralı I. François’nın annesi Louise de Savoie, Kanûnî Sultan Süleyman’dan oğlunu kurtarmak için yardım istedi. Bunu fırsat bilen Sultan Süleyman, Macar Kralı II. Lajos’un Karl’dan yardım alıp Eflak ve Boğdan Voyvodalarının da katılmasıyla Osmanlı sınırlarını ihlal ve anlaşmaları bozduğu gerekçesi ile Macaristan seferine çıkmaya karar verdi. 1526 yılında, Mohaç Meydan Savaşı ile Macarlar yenilip Eflak (Romanya) ve Boğdan (Moldovya) Osmanlı hâkimiyetine alındı. Coğrafyadaki askerî başarılarını politik alana taşıyan Sultan, başarılı arabuluculuğu sayesinde Karl’ın François’yı serbest bırakmasını sağladı. Böylece Osmanlı sınırı, Alman İmparatorluğu’na dayandı. Artık Osmanlı Devleti, en büyük rakibinin karşısında Orta Avrupa’da siyasi dengeleri koruyan bir güç hâline geldi.[1]

            1526–1550 arasında hareketli, yer yer değişken sınırlar ve sınır ihlalleri ile iki büyük güç, Orta Avrupa’nın egemenliğini üstlenmeye çalıştılar. Bu süreçte Katolik Alman İmparatorluğu, birlik ve beraberliğini korumak için Protestanlık ve lideri Martin Luther ile sert bir mücadeleye girmekten çekindi. Osmanlı-Alman ilişkileri bu süreçte kontrollü güç dengeleri politikası izledi. Osmanlılar, Tuna nehri ve kolları üzerinde kaleler yaparak güvenliğini sağladı, Habsburglar da Avusturya ve Macar topraklarında egemenlik haklarını kullandı. Bu karşılıklı denge politikası, 72 yaşındaki Sultan Süleyman’ın 1566 yılında, Macar topraklarında bulunan Zigetvar kalesine kadar gelmesine sebep oldu. Hiçbir özelliği olmayan, yaklaşık 40 kilometre karelik bir ovanın içinde bulunan bu kalenin kuşatılması ve şehre egemen olunması, bir savaştan ziyade statükoyu koruma ve Alman İmparatorluğunun Erdel’i işgal etmesini önleme maksadı taşıyordu. Öte yandan bu savaşla, Osmanlı ordusuna şuurlu bir şekilde tatbikat yaptırılarak Avrupa’ya gözdağı verildi.

            Bu statükoyu koruma politikasının içinde iki ülke arasında elçilik müessesesi de oluştu. 1554 yılında Ogier Ghiselin de Busbecq, elçi olarak İstanbul’a gönderildi ve 38 yıl elçi olarak görev yaptı. Görev yaptığı süre içerisinde ülkesine gönderdiği raporlarda sık sık Türklerin erdemlerinden söz etmiş ve dostluk ilişkilerinin her iki imparatorluğa getireceği ekonomik ve siyasi faydalara vurgu yapmıştı. De Busbecq, hazırladığı bu raporlar aracılığıyla Alman kamuoyunda, Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkilerin faydalı olabileceğinin farkına varılmasına katkıda bulunmuştur.[2]1689 yılına kadar lokal ve küçük çatışmalarla statüko devam ettirilmiş, Avusturya’ya yapılan başarısız II. Viyana Kuşatması ve 1689’da imzalanan Karlofça Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nin Orta Avrupa’dan çekilme süreci ve Alman İmparatorluğu’nun egemenliğinin pekişmesi başladı.

            XVIII. yüzyılda Prusya Kralı Büyük Frederick (1740–1786) döneminde Alman-Türk ilişkileri yeni bir aşamaya girdi. O dönemde Bavyera prensinin sarayının avlusuna bir cami inşa edildi. Ayrıca tanınmış tarihçi Joseph von Hammer, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi tarihi hakkında bir kitap yazması emriyle İstanbul’a gönderildi. Türkçe, Arapça, Farsça, İtalyanca, Yunanca ve Latince bilen Hammer, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasına kadar olan kısmını kaleme aldı. Eser, Almanca olarak 10 cilt hâlinde, Geschichte des Osmanischen Reiches(Devlet-i Osmâniye Tarihi) ismi ile basıldı. Hammer, İslam kültüründen çok etkilendiği için mezar taşını kendisi çizmiş, “Yusuf bin Hammer” ismini kullanmıştır. Mezar taşı “Hüvelbaki” diye başlar, “Her nefis ölümü tatmaktadır. Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz. Her insan ölecek. Her mülk son bulacak. Hayat ebedî değildir. Ancak ölmeyen müstesna. Rahman olan Allah’ın merhametine sığınan üç dilin tercümanı, müverrih Yusuf bin Hammer” diye biter.[3]

             O sıralarda Prusyalılar Avusturya’ya karşı Osmanlılarla ittifak kurmaya başladılar. Aynı zamanda Büyük Frederick, Osmanlıların Rusların Avrupa’ya saldırmasını veya işgal etmesini durdurabileceğine kesin olarak inanıyordu. 1761 yılında, Sultan III. Mustafa döneminde, Osmanlı Devleti’nin uzun tereddütleri sonrasında Prusya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında, siyaset ve ekonomi alanlarını kapsayan bir ittifak antlaşması imzalandı ve Prusya, Rexin adında bir elçiyi İstanbul’a gönderdi. İki yıl sonra Osmanlı Devleti, Ahmed Resmî Efendi’yi Prusya elçisi olarak atadı. Elçi, Berlin’de ikamet etti.[4]

            XIX. yüzyılın sonlarına doğru Sultan II. Abdülhamid ve Kaiser II. Wilhelm döneminde, Osmanlı Devleti ile Almanya, eskisinden daha da yakın iş birliği içinde çalıştı. Avrupa’da güç dengesi XIX. yüzyılın başından itibaren zaten değişmişti. Yüzyılın sonuna gelindiğinde milliyetçilik ve emperyalizmin yolu açıldı. Bu dönemde Avrupa devletleri güç alanlarını genişleterek yayılmacı bir politika izledi. Almanya’da sanayileşme, diğer Avrupa ülkelerine göre daha geç başladı. Sanayileşmede diğer ülkelerin gerisinde kalması acilen ham maddeye ihtiyacı olan Almanya’nın Afrika’da (Togo, Kamerun, Güneybatı ve Doğu Afrika) toprak satın almasına sebep oldu. Ancak bunlar bile ham madde ihtiyacını karşılayamadı. Bu sebeple Osmanlı Devleti ile mevcut iyi ilişkilerden yararlanarak ham madde ithal etmeye başladı.

            XIX. yüzyıl Osmanlı Devleti için de bir değişim yüzyılı olmuştur. Sultan Abdülhamid, veliaht prensken bile Alman İmparatorluğu’nu ve Almanları tanımıştı. Diğer Avrupa devletlerinin de Osmanlı’ya karşı emperyalist bir politika izlediği bilindiğinden, Alman İmparatorluğu ile ittifak, Osmanlı Devleti açısından açık bir tercihti. O dönemde ortak sınırın bulunmaması, tabiî olarak her iki devletin de ittifaklarını güçlendirmek için özellikle büyük çaba sarf etmelerini zorunlu kıldı. Her şeyden önce Kaiser II. Wilhelm’in, 1898’de Ortadoğu’ya yaptığı ikinci gezinin Kudüs durağı (ilk ziyaret 1889’da gerçekleşti), Osmanlı Devleti’nin Almanya için önemini açıkça ortaya koydu.[5]

Bu ikinci gezide, II. Wilhelm geniş bir maiyet eşliğinde ilk olarak İstanbul’a geldi. Alman İmparatoru’nun ziyaretinin temel gayesi, Sultan’ın Türkiye’deki Alman dostluğu politikasına destek vermekti. Almanların Kudüs’te yaptırdığı kilisenin açılışı, 31 Ekim 1898’de, II. Wilhelm tarafından yapıldı. Kaiser’in yolculuğunun bir diğer durağı, onuruna bir ziyafetin verildiği Şam’dı. Yemekte, dünyada 300 milyondan fazla Müslümanın halifesi olan Sultan’ın en yakın dostu ve müttefiki olduğunu vurgulayan ciddi bir konuşma yaptı. Bu konuşma İngiltere, Fransa ve Rusya’ya yönelik bir mesajdı.[6] 1899 yılında Kaiser’in ziyareti sonrasında Osmanlı Devleti, Haydarpaşa tren istasyonunun, Haydarpaşa-Sirkeci vapur bağlantısının ve Köstence-İstanbul telgraf hattının inşası için Alman şirketleri yetkilendirildi. 1903 yılında Osmanlı Devleti, Deutsche Bank’a, Bağdat Demiryolunun inşası için yetki verdi. 1883 gibi erken bir tarihte, Osmanlı Devleti giderek daha fazla Alman malî kaynağından yararlanmaya başladı. II. Abdülhamid’in hedefi, Osmanlı Devleti’nde büyük nüfuza sahip olan İngiltere ve Fransa’ya güçlü bir rakip çıkarmaktı. Bu telafi ve denge politikası, II. Abdülhamid’in karakteristik özelliğiydi. Alman İmparatorluğu’nun Osmanlı Devleti’ne altyapı ve finansman alanlarında yaptığı yatırımlar, İngiltere ve Fransa’nın tepkilerine rağmen gerçekleşti. Düyûn-ı Umûmiye İdaresi kurulduktan sonra, II. Abdülhamid, Osmanlı Dış Borçlanmasında, İngiltere ve Fransa’nın tekelleşmesini önleyip daha iyi ödeme şartlarında Almanya’dan borç almayı tercih etti. Böylece ileride, İdarenin başkanlığında, İngiltere ve Fransa’nın yanında Almanya’nın da hakkı olduğunu planladı.[7]

            Ekonomik ve stratejik sebeplerle başlayan iş birliği, kısa sürede kültür ve eğitim alanlarına da yayıldı. Osmanlı Devleti’nin anayasal dönemlerinde, çoğu Türk subayı uzmanlık eğitimini Alman İmparatorluğu’nda tamamladı. Bu derin stratejik dostluğun sembolü olarak 1901 yılında Sultan Ahmed Meydanında II. Wilhelm için bir çeşme inşa edildi. Askerî seviyedeki bu temaslar, II. Abdülhamid’in iktidardan vazgeçmek zorunda kalmasından sonra da devam etti.

            Bu süreç, I. Dünya Savaşı’nda iki devleti, şuurlu bir şekilde aynı cephede bulunmaya sürükledi. XVI. yüzyıldan XX. yüzyıla kadar olan bu tarihî süreçte, köklü dostluk ilişkileri kuruldu. Bu ilişkiler iki toplum ve iki devletin kader çizgisini yakınlaştırdı. Bu yakınlaşan kader çizgisi, I. Dünya Savaşı’nda iki imparatorluğun tarih sahnesine gömülmesine ve külleri üzerinden yeniden iki millî devletin oluşmasına yol açtı.

Dipnotlar

[1] Feridun Emecen, “Osmanlı Siyasi Tarihi”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi (Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu). cilt I, İstanbul: İslam Tarihi Araştırma Merkezi, 1994, s. 33–40.

[2] Ogier Ghislain de Busbecq, Türk Mektupları Kanunî Sultan Süleyman Zamanına Ait Bir Frenk Sefaretnamesi, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2018.

[3] İlber Ortaylı, TDV IA, “Hammer-Purgstall”, c. 15, s. 491–494.

[4] Virginia H. Aksan, Ahmed Resmi Efendi: Savaşta ve Barışta Bir Osmanlı Devlet Adamı 1700–1783, İstanbul: Tarih Yurt Yayınları, 2021.

[5] Editör Ilona Baytar, İki Dost Hükümdar: Sultan II. Abdülhamid ve Kaiser II. Wilhelm, İstanbul: TBMM Milli Saraylar, 2010.

[6] Sibel Orhan, “Second Visit of the German Emperor, Kaiser Wilhelm II to the allied Ottoman Empire within the Scope of Weltpolitik (1898)”, Journal of History Culture and Art Research, 7(5):651, 2018.

[7] Erdogan Keskinkilic, “The Ottoman Düyun-ı Umumiye (Ottoman Public Debt) Administration”, The Turks, vol. 4, (Ed. Cem Oğuz, Hasan Celâl Güzel, Osman Karatay), İstanbul: Yeni Türkiye Yayınları, 2002.

Bu yazıyı paylaş