İlim, irfan, fıkıh, felsefe, sebeplerin ruhunu kavrama, eşyanın perde önü ve perde arkasına ıttıla, kâinat kitabı ve dinin özündeki fayda, maslahat ve gayelere vukuf gibi.. pek çok mânâlara gelen hikmet; hakikat ulemâsınca, daha çok faydalı ilim ve salih amel beraberliği şeklinde yorumlanmıştır ki, bunlardan biri diğerinin iradî sonucu, beriki de bir kısım yeni mevhibelerin başlangıcı ve mukaddimesidir.
Yukarıdaki yaklaşımı nazar-ı itibara alarak bazıları, tıpkı aklı, “amelî ve nazarî” şeklinde iki bölümde ele aldıkları gibi, hikmeti de “amelî ve nazarî” diye iki kısma taksim etmişlerdir. Nazarî hikmet, varlık ve hâdiseleri, bir meşher gibi temâşâ etmek; bir kitap gibi okumak; bir senfoni gibi dinlemek; her zaman eşyanın perde arkasını kollamak; fizik ve metafizik dünyalardaki sırlı münasebetleri mütâlaa etmek, çözmeye çalışmak ameliyesi, cehdi ve mevhibesidir.
Amelî hikmete gelince o, böyle nazarî bir yolla elde edilen ilim, irfan, alâka, münasebet ve kulluk şuuruyla bu meşherin sahibine, bu kitabın kâtibine, bu koronun idarecisine yönelip ubûdiyetle O’nu aramak, aşkla, şevkle hep O’na koşmak, hayret ve dehşetle O’nun huzurunda olmanın saygı ve mehâbetini yaşamaktır. Bu itibarla da hikmeti, evveli tefekkür, tefahhus, tecessüs ve temâşâ; ortası itaat ve ibadet; sonu da zevk-i ruhânî ve ebedî saadet şeklinde hulâsa edebiliriz.
Ayrıca bu önemli hususların yanında, Kur’ân’ın hikmetle alâkalı şu tesbitleri de her biri başlı başına birer esas sayılacak mahiyettedir.
1) Hikmet, Kur’ân’ın incelikleri ve sırları mânâsına gelir ki, bu, aynı zamanda Kur’ân’ın şerh ve izah ettiği kâinat kitabının da sırları ve incelikleri demektir. Bu gerçeğe Kur’ân:
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا “Allah hikmeti dilediğine verir; kime de hikmet verilirse, ona bol bol hayır verilmiş demektir.” (Bakara, 2/269) âyetiyle işaret eder.
2) Peygamberlik ve esrâr-ı risâlet ki, bu mânâ, hadisçilerce Sünnet’e hamledilmiştir ve وَاتَاهُ الله الْمُلْكَ وَالْحِكْمَة “Allah Dâvud Aleyhisselâm’a saltanat ve hikmet verdi.” (Bakara, 2/251) veya وَلَقَدْ اتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ “And olsun biz Lokman’a hikmet verdik.” (Lokman, 31/12) gibi âyetler bu gerçeği ihtar eder.
3) Nazarî ve amelî hikmet mânâlarını da ihtiva eden bir câmiiyetle hayırhahlıktır ki, أُدْعُ إِلى سَبيلِ رَبِّكَ بالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ “İnsanları Rabbin yoluna hikmet ve mev’ize-i hasene ile davet et!..” (Nahl, 16/125) meâlindeki âyetler de bu anlamdaki hikmeti hatırlatır.
Hikmeti, yerli yerince davranma ve her şeyi yerli yerince kullanma şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Mûtedil ve müstakim olma mânâlarına da gelen bu son tesbiti şu şekilde biraz daha açmak mümkündür:
1) İfrat ve tefrite girmeden her şeyin hakkını verip itidali korumak.. sorumluluklarımızı şer’î çerçeve içinde anlamak ve yerine getirmek.. esbap dairesi içinde kaldığımız sürece sebeplere riayette kusur etmemek.. iyiliklerde dahi olsa aşırılığa girmeyip dinin, her şart altında yaşanılırlığı düşüncesini korumak.. ve hayatı Sünnet programlı yaşamaya çalışmak..
2) Hakk’ın takdirlerini kendi tercihlerimiz önünde düşünmek ve O’nun şer’î ve kevnî her türlü icraatını gönül rızasıyla karşılayıp, ömürlerimizi أَسْلِمْ تَسْلَمْ “Teslim ol, selâmeti bul!”[1] çizgisinde sürdürerek “her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah” mülâhazasını bir lâhza bile hatırdan çıkarmamak..
3) Düşünce ve davranışlarımızda, peygamberâne bir azim ve idrakle قُلْ هذِه سَبيلي أَدْعُو إِلَى اللهِ عَلى بَصيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَني”De ki: İşte benim yolum; basiret üzere Allah’a davet ediyorum.. ben de, bana tâbi olanlar da…” (Yûsuf, 12/108) gerçeğini ruhlarımızda duyup her şeyi Fetânet-i Âzam’ın vesâyetinde basîretle plânlayıp icrâ etmek bu hikmet telâkkilerinin birer televvünü sayılabilir.
Büyük ölçüde hikmetin kaynağı vahiy ve ilhamdır. Bu açıdan da, peygamberlerin ve derecesine göre diğer mürşidlerin, metâları hikmet birer hakîm olduklarını söylemek yerinde bir tesbit olsa gerek. Zira bu zâtlar, kendilerine sığınan gönül ve ruh hastalarını “tıbb-ı ruhânî” ile tedavi eder ve ellerinden geldiğince onların kalbî hayatlarını “ahlâk-ı rezile” virüslerinden temiz tutmağa çalışırlar.
Bu itibarla da, onların hareket sahaları ve meşguliyet alanlarını da göz önünde bulundurarak, aşağıdaki önemli meselelerin tahlili içinde işaret nev’inden bir kere daha “hikmet” demek istiyoruz:
1) Hikmet; bir düşünce, tasavvur ve davranış bütünlüğüdür. Evet düşüncede isabet, ifadede gereklilik ve ölçü, sonra da o çizgide hareket tam bir hikmet televvünüdür..
2) İlimde yakîn, amelde sağlamlık ve itkan hikmete bir diğer yaklaşım.. buna ilmin amel ile ve sanat ruhunun itkanla beslenmesi de diyebiliriz.
3) Dinin gaye ve maksatlarını kavrayıp, onu ferden temsil etmenin yanında, topyekün hayata hayat kılma düşünce ve cehdi de hikmetin bir başka çizgisi.
4) Varlığın özü ve iç yüzündeki gerçeği, her nesneye ait ayrı ayrı hususiyetleri ve bu hususiyetler arasındaki münasebetleri, Yaratıcı tarafından hedeflenen gayeleri idrak ve şuur da hikmetin ayrı bir buudu..
5) Sebepler ve illetler âlemine yönelerek, varlığı fayda ve maslahat yanlarıyla görüp tanımak, tahlil ve terkiplerde bulunmak, Yaratıcı’nın halifesi olma unvanıyla, O’nun izni ve emri dairesinde varlığa müdahale, hilâfet televvünlü, sanat buutlu hikmetin ayrı bir yanı.
6) Nizam ve âhengiyle kâinattaki her şeyin yerli yerinde olması ilâhî hikmetinden hareketle, kendi dünyamızda bu denge ve düzenin korunmasına riayet, arz, atmosfer ve semâlardaki muvazenenin muhafazası istikametinde değişik ad ve unvanlarla değişik ilim dallarını geliştirmesi de hikmetin ayrı bir yorumu.
7) Her zaman en iyi hedefleri takip ederek, sevk ve idare edilenler arasında, iyilik ve güzellik arayışları içinde bulunmak, insanlarla muâmelelerimizde ilâhî ahlâkla tahalluk etmek suretiyle arzı ve arzdaki idârî sistemleri semâvîleştirme gayreti göstererek peygamberlerin gönderilme gayelerini gerçekleştirmek de hikmetin bir diğer enfes tarafı…
İnsanoğlu her zaman, şeytanın telkin ve vesvesesiyle, rahmânî mantık ve muhakemeyi tefrik edebilmesi için, aklını Rasûlüllah’ın (sav) emrine vererek tetikte olma mecburiyetindedir. İşte ancak bu sayededir ki, insanda, müstakim muhakeme ve ilâhî hikmet mevhibeleri belirmeye başlar.. duygu, düşünce istikameti güçlenir ve derken fert, davranış bütünlüğüne ulaşır.. sonra da bu duygular işlene işlene onun tabiatıyla bütünleşir ki, bu da ilâhî ahlâkla ahlâklanma demektir. İsterseniz buna nazarî aklın amelî akla, nazarî hikmetin de amelî hikmete inkılâp etmesi.. veya bir kısım büyüklerin yaklaşımıyla, insanın melekî yanlarının şeytânî yönlerinin önüne çıkması da diyebiliriz.
Bu açıdan da, ilim ile amele, hikmet gerçeğinin birer parçası, birer derinliği olarak bakmak icab eder ki, bu da amel, imanın bir cüz’ü olmasa da, dinin bir yanı olduğu hakikatini ifade demektir. Zaten, İslâmiyet’te, bilgiden hemen kulluğa geçilmesi de herkesin ittifak ettiği bir esastır ki, وَمَا خَلَقْتُ الْجنَّ وَالإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ “Ben, cin ve insanları bana kulluk yapsınlar diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) âyeti de bu hususu ihtar etmektedir. Evet, herhangi bir konuda, nazarî olarak derinleşip de amele geçmeme, faydasız bir gayret, dolayısıyla da apaçık bir hüsrandır. Başta da ifade edildiği gibi; varlık bir hikmet kitabı, bir hikmet meşheri, Kur’ân da bu hikmetler mecmuasının dili, tercümanı, yorumcusu ve tarifnâmesidir. İnsanların vazifesi ise, Kur’ân’da kâinat kitabını okumak, kâinat meşherini tanımaya çalışmaktır ki, böyle biri, Kur’ân’ın ifadesiyle hayr-ı kesîre mazhar olur ve letâifinin enginliğine, zenginliğine göre de değerler üstü değerlere ulaşır. Aksine, varlığın çehresindeki gerçekleri görüp de arkasındaki hakikatlere ulaşamama ve bu nizamla hedeflenen gayeyi sezememe, varlığın ve var olmanın en önemli mesajını alamamadır ki, bu da mutlak bir kazanç kuşağında apaçık bir kaybetme demektir.
اَللهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ امِينَ.