Ben Taşlıcalı Yahya. Aslım Arnavut’tur. O yörenin meşhur ailelerinden Dukaginzâde’lerden bir fakir şairim. Muallim Naci isminde benden çok sonra gelen bir güzel şair, Esami yani “İsimler” adlı ansiklopedisinde “Taşlıcalı” diye anar beni. Muallim Naci’nin 1890 senesinde telif ettiği bu eserdeki ismim sebebiyle Taşlıcalı diye anılır oldum.
Ben devşirme olarak Yeniçeri ocağına alınmış ve bu ocakta yetişmiş bir şairim. Devrin ileri gelenleri o günkü çocuk aklımın parlaklığını sezmiş olacaklar ki benim üzerimde durmuşlar ve bir kültür insanı olarak yetişmeme vesile olmuşlar. Zaten benim zamanımda âlim ve sanatkârlar oldukça ilgi görüyor, ufku geniş insanlar tarafından himaye ediliyordu. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran ve Mısır, Kanunî’nin ise bütün seferlerine katıldım, şükürler olsun. Yani bir bakıma gazi de diyebilirsiniz bana.
İsmim, Kanunî zamanında yayıldı Diyâr-ı Rum’a. Lakin bu şöhreti isteyenlerden değiliz biz. Sadece hak ve hakikati dillendiririz. Fakat Allah dilerse, dilimizden çıkanı başka dillere yürütür ve kelebekler gibi uçurarak nice gönül güllerine kondurur. Ama şöhret zehirli bir baldır. Acısı sonra çıkar. İnsanı içten içe yakar ve ruhu bir gün söndürür.
Kanunî beni koruyan bir padişahtır. Lakin Rüstem Paşa, yazdığım hiciv sebebiyle bana çok kızdı. Hatta bunu idama kadar götürmek istedi. Fakat padişahımız onun bu kininin yersiz olduğunu ve böyle öfkeli hâlin olgun insanlara yakışmayacağını söyleyerek onu ikaz etti. Böylece bizim başımız da kurtulmuş oldu.
Daha sonra Yahyalı Akıncılar Ocağı’na katıldım. Biraz hüzün ve inkisar içindeydim, ama olsun. Padişahımıza Zigetvar Seferi esnasında bir kaside sundum. Bu onu son görüşümmüş, ama nereden bilebilirdim. Yoksa bir değil beş kaside ile onu uğurlardım bu mübarek sefere.
Fuzulî’den sonra 16. yüzyılın en büyük mesnevi şairi olarak anarlar beni. Klasik bir medrese öğrenimi görmedim, ama kültürüm iyidir. Her sınıftan insanla temasım olmuş ve toplumla iç içe bir hayat yaşamışımdır. Bunları şiirlerime aksettirdim. Onları okursanız sözümün doğruluğunu anlarsınız.
Bir Divan, bir Hamse ve iki şehrengiz yazdım. Hamse adlı kitabım en meşhur eserimdir. İsmi üzerinde, beş bölümden oluşmuştur. Bu bölümler sırasıyla: Şah u Geda, Gencine-i Râz, Yusuf ile Zeliha, Kitab-ı Usul, Gülşen-i Envâr’dır. Şehrengizlerden biri İstanbul, diğeri Edirne için yazılmıştır.
Size en çok sevdiğim gazelimi açıklamadan bu sohbeti bitirmek istemiyorum. Aşk konulu olan bu gazel belki de benim hayat panoramamdır. Evet, aşkın ne kadar zor bir şey olduğunu anlatır bu şiir. Herkesin âşık olamayacağını ve bu yükü çekemeyeceğini vurgular mısralarında. Önce size şiiri okuyayım, sonra yorumunu yapalım:
Dâr-ı dünya deli gönlüm gibi vîrân olsa,
Ne cihân olsa ne can olsa ne hicrân olsa
Kâşki sevdiğimi sevse kamû halk-ı cihân
Sözümüz cümle heman kıssa-i cânân olsa
Bir demir dâğı delip boynuna almak gibidir
Her kişi âşık olurdu eğer âsân olsa
Şâdmânım gam-ı yâr ile sevinmez bu kadar
Bir gedâ cümle cihan mülküne sultân olsa
Can atar karşı çıkar izzet eder ey Yahya
Hançer-i dilber ile bir sakınan cân olsa
Şiirin ilk beytinde dünyanın deli gönlüm gibi bir virane olmasını istiyorum. Zira bu dünya ayrılıklar yeridir. Can ve cânânın ayrıldığı ve hicranları tattığı bir acılar otağıdır. Bu sebepten dünyanın tarumar olmasını arzuluyorum. Yalnız bunu yüz yıllar sonra gelecek olan Ziya Paşa’nın “Âzâde kalırdım her derd ü gamdan / Ya dehre gelmesiydim, ya aklım olmasaydı” beytindeki gibi bir serzeniş zannetmeyin. Bu kadere sitem değil, ayrılık acısından kaynaklanan bir duygunun mısralar şeklinde tezahürüdür.
İkinci beyitte zaten derdim ortaya çıkıyor. Herkesin benim sevdiğimi sevmesini arzuluyorum. Onun bilinmesi, kalblerde yer etmesi, bütün gönüllere taht kurması için arzu ediyorum bunu.
Zira o Sevgili, bütün kalbler tarafından sevilecek kadar uludur. Yani bir gönül yetmez onu sevmeye. Onun güzelliği bütün yürekleri meftun edecek kadar parlak ve efsunkârdır…
Sözümüz her zaman böylece kıssa-i cânân olacak ve bu sevginin ışık şeklinde sözlerden ve gözlerden gönüllere nüfuz etmesi kolaylaşacaktır. Benim arzum da böylece gerçekleşecektir.
Evet, o öyle sevgilidir ki her an, her mevsim, her köşe ve bucakta anılmalı ve sözü sazı dilden dile dolaşmalıdır…
Burada kalbimdeki sevginin toplum içinde yayılmasını ve kalbimin içi gibi aşka âşina bir dünya istediğimin farkındasınız sanırım. Kalbimin dünya kadar büyümesini ve onun içindeki aşk tayflarının dünyaya yayılmasını bütün ruhumla temenni ediyorum.
Bunları bana söyleten duygu nedir? Elbette aşk… Mâşuğa olan sevdam ve yüreğimde onun için tutuşan vuslat ateşidir, hasretimdir.
Aşkın ne kadar zor bir duygu olduğunu herkes bilmez. Onu elde etmek kadar taşımak da zordur. Aşk öyle zorlu bir gönül kamaşması, yürek mayalanması, gönül kıvranışı ve kalb kavruluşudur ki bunu, “Bir demir dağı ortasından delip boyna geçirmek.” tasviriyle ancak anlatabildim. Bunu Zaloğlu Rüstem bile taşıyamaz.
Âşık çok zor bir işin altına girmiş bir babayiğit, bir gönül pehlivanıdır. Zaten beytin ikinci mısraında “Her kişi âşık olurdu eğer âsân (kolay) olsa.” diye bir haşiye düşüyorum. Bu dünyada bir kaidedir ki az olan şey kıymetli ve kıymetli olan şey de İlahî hikmet gereği azdır. Gerçek âşık da böyle az bulunan şeylerdendir işte.
İşte ben böyle yâr gamıyla sevinçliyim. Onun derdiyle mutluyum. Onun cihanlar çapında şöhret bulması ve her yerde isminin duyulması adına çektiğim çileler ile huzurluyum. Cihan mülkü verilen bir dilenci bile benim bu sevincim kadar bir mutluluk duyamaz.
Şiirin son beytinde kendime seslenerek şöyle diyorum: “Ey Yahya! Sevgilinin hançerinden, yani verdiği bu ızdıraptan sakınan bir can olsa karşı çıkar, namus meselesi yapar ve ölmeyi yeğ tutar. Çünkü sevgili için çekilen acılar, namus ve ar kadar değerli ve ulvîdir.
Bütün bu sözlerimi; kendimi tanıtmamdan, gazelimin açıklamasına kadar sizinle hoş sohbet olsun diye ele aldım, ama asıl meramım son devrin bülbülünün dilinde virdi olan,
“Kâşki sevdiğimi sevse kamû halk-ı cihân
Sözümüz cümle heman kıssa-i cânân olsa” beytimdir.
Kıssa-i cânân, bütün sohbetlerin can damarıdır. Onu yüreğinizin has köşesine bir söz sultanı gibi yerleştirin ve bir ömür her mev’izede yüreğiniz konuşsun, sohbet-i cânân etrafına nur yaysın.
Yoksa hak ve hakikatten uzak sohbetler nursuz olduğundan çevredekileri de gölgede bırakır, onların ruhlarına bir karabasan gibi çöker. Alvarlı Efe’nin münacatında söylediği gibi, bu incelikleri idrak edecek hüşyar gönüller, uyanık vicdanlar lazım. Bunu kavramak için düşüncede ter, yürekte fer gerek.
Elhasıl bunu anlayacak mızrabı kırık er gerek…