Maksat yaşatmak değil de öldürmek olunca, insanoğlu bunun binlerce yolunu bulabilen kâinattaki tek canlıdır. Darağacı, giyotin, zehir, uçuruma atma, kurşuna dizme, ateşe atma, baş kesme, fil ile ezme, kazığa atma, boğma, taşlama, testere… Kültürden kültüre değişen daha nice usul…
Bilmem hiç rastladınız mı, bir de çuval ile idam var. İlk duyunca, kulağa belki biraz tuhaf geliyor. Eski Roma’da çoğunlukla düşük sosyal statüdeki insanlara uygulanan bu cezada, çuvalın içine mahkûm ile birlikte bir de maymun, köpek, yılan veya horoz gibi bir canlı hayvan konulup suya atılır. Böylece mahkûm, can çekişen bir hayvanla birlikte ekstra işkence ile son dakikalarını yaşar ki bu, kişinin haysiyetini de bitirmiş olur. Bir hayvanla birlikte öldüğü için cenaze töreni de düzenlenmez.[1] Mahkûmun ailesi için de geriye miras olarak bu koca utanç kalır.
Orta Çağ Asya kavimlerinde ise çuvala konan mahkûmun atların önüne atılması, bir atın terkisinde sürüklenmesi veya tekmelenerek öldürülmesi gibi acılı bir idam çeşidi karşımıza çıkar. Tarihin gördüğü en işkenceli idamlardan biridir bu.
Yüzyıllar önce olmuş idamları anlatmanın tatsızlığı malum, ancak bugün çuval ile idamın hâlâ sürüyor olması bu yazının karalanmasının sebebidir.
Dev bir çuval dikilmiştir 21. yüzyıl Türkiye’sinde. Tarih bu kadar büyük bir çuvalı daha önce görmüş müdür bilinmez. İçine iki milyondan fazla insanın, milyarlarca dolarlık kurumların, 1069 okulun, 15 üniversitenin, 47 hastanenin, 17 TV’nin, 46 gazetenin, 1289 şirketin, 104 vakfın, 1409 derneğin, 19 sendikanın, 29 yayınevinin… kendine yer bulduğu bir çuvaldan bahsediyoruz.
Atların önüne atılan veya askerlerin acımasız vuruşlarına bırakılan mahkûm, son nefesini verirken acaba tekme atanlar, içindekinin masum olabileceğini akıl etmiş midir? Yahut çuvaldan dışarı ilk burundan gelen kanlar sızarken “Tamam, bu kadar kâfi!” deyip bu işi sonlandırmayı düşünmüş müdür biri? Hiç sanmıyoruz ve hiçbir kayıt görünmüyor.
Çuvalın içine konmuşsa kesin suçludur ve öldürülmelidir, vahşiliğinde savurulur tekmeler, çifteler.
Kararın doğruluğu/yanlışlığı, saldırganların umurunda olmaz, olmamıştır da.
Zaten çuvala düşmüşse hiçbir hukuku hak etmemektedir (!), hiçbir insanî hakkı da. Kendini sözlü savunmasının da imkânı yoktur, tekmelere karşı fiilen korumasının da.
“Bir acısız ölüm de yok”tur ona. “Yeter” denilmez asla, “beter” çığlıkları yükselir. Aynı vahşetin çağlar öncesinden daha şiddetli bir şekilde hortlamış hâlidir yıllardır canlı canlı seyrettiğimiz.
Yalnız o çağlarda bile sadece suçlu görünene uygulanır bu ceza. Kimse, adamın kendi çektiği kifayet etmez; eşini, çocuğunu, kardeşini, anasını ve babasını da aynı çuvala koyalım diye düşünmez. Yahut hem öldürecek kadar katil hem öldürdüğü insanların malını çalacak kadar arsız, sonrasında da “Su bile yok.” “Ağaç kökü yesinler.” diyecek kadar onursuz olmamıştır.
Neredeyse bütün savaşların erkekler arasında olduğu tarihte işi; kadınlara, çocuklara, hastalara ve ihtiyarlara kadar düşürecek bir namertliktir ortada görünen. Yüzbinlerce askerden kurulu Haçlı Seferlerinde, Moğol istilalarında, Pers saldırılarında bile Anadolu coğrafyası bu derece namertliği hiç görmemiştir. İşlenen fecaatin üstünü dinî sözlerle kapatma çabası ise kelimelerin anlatmaya kifayet edemeyeceği bir küstahlık olsa gerek.
Ya bizdensin ya onlardan toptancılığı ile doldurulur insanlar çuvala. Eski Roma’daki gibi önce haysiyetleri bitirilir çuvala düşenlerin, yanlarına bir hayvan konulmasına bile gerek yoktur. O ihtiyacı da saldıranlar zaten fazlasıyla karşılamaktadır ki hiçbir hayvanın o dereceye inmesi de mümkün değildir.
Görünmediği için çuvalın içindekine karşı merhamet, tekme sahiplerinin semtinin yakınından geçmez. Görünmeyen bir düşmandır artık o. Kimin vurduğunu bilmemesi, mütecavizlere daha bir şımarıklık getirir. Karşılık verememesi daha bir vahşet. “Herkes vuruyorsa ben de vurayım.” sürü psikolojisindedir kalabalıklar. Bu arsız çığlıklar, içeriden gelen iniltilere kulakları kapatır. Meriç’te, Ege’de, memleket hapishanelerinde ve hapishaneye dönmüş memlekette, Rahmet-i Rahman’a kavuşan minicik bedenlerin, mazlum kurbanların ardından bile arsız densizliklerin yapılabilmesinin sebebi hep aynı çuvalın tekmelenmesindendir.
Çuvalın ağzı yalanla bağlandığı için açılması çok zordur. Kumaşı ise arsızlıkla dokunduğu için olsa gerek zalimlerin suratları misali köseleden kalındır, karakterleri misali pis.
Mazlumların doldurulduğu dev çuvalın üzerinde tepinenler, güç sarhoşluğuyla kendinden geçmişken birden zalim ayakların altında, çuvalın en çok tekmelenen yerinden bir delik açılır “mukaddes mi mukaddes”. “Tevekkeltü alâ Hâlıkî” (Yalnız Yaradan’ıma güvenirim.) diyenlere bir yardım gelir de bir el uzanır, tekmeyi tutan.
Ardından “Ya Hak!” nidasıyla öyle bir sille iner ki zalimin hayâsız suratına… Haram yiyen dişlerin beşi bir yerde, yalancı ağız darmadağın, burunla bir hizada… Sonra başka yerlerinden yırtılıverir koca çuval. Kuru kalabalıklara atılacak tokat ise yüzlerine vurulan yalın gerçeklerdir.
Yara bere içindeki mazlum, bu sefer bilmektedir tekme sahibini, korkar, kaçmaya çalışır zalim münafık kalabalık çil yavrusu misali.
Zaten hangisi cesurdur ki, hangisi mert?
Dipnot
[1] Eren Karakoç, “Antik Roma’daki Ölüm Cezaları”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 54, 2016 s. 511; R. Bauman, Crime and Punishment in Ancient Rome, New York: Taylor & Francis, 1996’dan naklen.