Hayatlarını Allah rızasını kazanma yolunda, O’nu sevip O’nun tarafından sevilme idealine bağlamış adanmışların en çarpıcı yanları, en önemli güç kaynakları, maddî-mânevî herhangi bir beklentilerinin olmamasında aranmalıdır. Onların hesap ve plânlarında, ehl-i dünyanın çok önem verdiği maliyet-kâr-emek-kazanç-servet-refah.. gibi hususların hiçbir kıymeti yoktur; asla değer ifade etmezler ve ölçü de kabul edilemezler.
Adanmışın mefkûre kıymeti, dünyevî değerlerin o kadar üstündedir ki, hedefe -o, garazsız-ivazsız Allah’ın hoşnutluğudur- kilitlenmiş böyle birine yörünge değiştirtmek çok zor, başka bir bedele bağlamak ise âdeta imkânsızdır. Aslında o, kalben, fâni ve zâil şeylerden tamamen sıyrılarak bütün bütün bâkiye müteveccih olma yönünde öyle bir değişim yaşamıştır ki, bir daha da dönüşüp başka bir şey olması ya da yükselip başka bir hâl alması -mefkûresinin üstünde herhangi bir yükseklik tanımadığı için- mümkün değildir. O, kendini tamamen, insanlara Hakk’ı sevdirme ve Hak tarafından da sevilme gâyesini gerçekleştirmeye adadığı ve hayatını da başkalarını yaşatmaya bağladığı, gelip geçici beklentilerden sıyrılıp bir mânâda hedefini daraltarak kıymetlendirdiği ve dağınıklıktan kurtulup tevhid-i kıbleye muvaffak olduğundan ötürü, toplum içinde “onlar” ve “biz”, “ötekiler” ve “bizimkiler”.. gibi bölücü, parçalayıcı ve kavgaya sürükleyici mülâhazaların tamamen dışındadır ve kimseyle açık-kapalı herhangi bir problemi yoktur. Problemi olması bir yana o, hep çevresine yararlı olma mülâhazalarıyla oturup-kalkmakta, içinde bulunduğu toplumla sürtüşmemeye fevkalâde ihtimam göstermekte, toplum içinde görüp sezdiği arızalar karşısında da bir savaşçı gibi değil de, bir mürşit gibi davranarak, fertleri fazilete, yüce ahlâka yönlendirme istikametinde aktiviteler ortaya koymakta ve elden geldiğince, siyasi nüfuzdan ve ne sûretle olursa olsun hâkim olma, idare etme düşüncesinden uzak durmaktadır.
Bilgi, bilginin değerlendirilmesi, sağlam bir ahlâkî telakkî ve bunun, hayatın her alanına hâkim kılınması, imanlı fazilet ve onun vazgeçilmezliği.. gibi hususlar adanmış ruhların en önemli derinliklerini teşkil eder. Onlar, yarınları ve hususiyle de ahiretleri adına bir şey vadetmeyen nam u nişan, çıkar eksenli soğuk propaganda ve şov türü tavır ve davranışlardan sürekli uzak durur; ufuklarının enginliği ölçüsünde her zaman bilgi ve düşüncelerini temsille mânâlandırarak, kendilerini merakla takip ve taklit edenleri yüksek insanî değerlere yönlendirme hesabına ölesiye bir gayret sergilerler. Bunu yaparken de, kendilerine herhangi bir pay çıkarmayı hiç mi hiç düşünmez ve yılandan-çıyandan kaçtıkları gibi şahsî menfaat ve çıkarlardan uzak durmaya çalışırlar. Zaten onların iç zenginlikleri de, bu türden reklama, ağız kalabalığına, vitrinciliğe ihtiyaç bırakmayacak ölçüde “ilel-merkez” bir güce sahiptir. Ayrıca onların ruhlarından sızıp dışa vuran o şeker-şerbet davranışları da, ağızlarının tadını bilen herkesi büyüleyip arkalarından koşturacak mahiyettedir.
Bu itibarla da onlar, hiçbir zaman kendilerini anlatmayı düşünmez; kredilerini yükseltme adına reklama, propagandaya başvurmaz ve tanınıp bilinme hususunda asla hırs göstermezler. Bunun yerine bütün güç ve kuvvetleriyle kalbî, rûhî hayat seviyesine ulaşmaya çalışır ve bu konudaki aktivitelerini de ihlâsa bağlar; sadece ve sadece Allah’ı hoşnut etmeyi düşünürler. Tabir-i diğerle bunlar, bütün faaliyetleriyle Allah rızasını hedefler ve ölesiye bir gayretle bu yüce hedefe ulaşmak için sürekli çırpınır durur ve o peygamberâne azimlerini dünyevî neticeler, hırs ve insanların teveccühü gibi hususlarla asla kirletmezler.
Günümüzde, doğrudan doğruya, iman, İslâm ve Kur’ân tenkide tâbi tutulup sorgulandığı için, himmetler de bütünüyle bu taarruz noktalarına teksif edilmesine, fertlerin, İslâmî duygu ve düşünce açısından takviye edilmesine, kitlelerin de hedefsizlikten kurtarılarak yüksek mefkûrelerle irtibatlandırılmalarına ihtiyaç var. Fertleri her türlü arayıştan vâreste kılacak böyle bir ihtiyacın karşılanması ise, ancak ve ancak imanın kendi renk, kendi desen ve kendi şivesiyle yeniden gönüllerde canlanmasına bağlıdır. İsterseniz siz buna, insanların yeniden kalbî ve rûhî hayata yönlendirilmesi de diyebilirsiniz. Bazılarının her şeyi, içtimaî yapının değiştirilip dönüştürülmesine, dönüştürülüp yeni kalıplara ifrağ edilmesine bağladığı bir dönemde, böyle bir yaklaşım fevkalâde önemlidir. Zira, diğer mülâhazada muhtemel bir kısım vuruşmaların, sürtüşmelerin, ayrışmaların bahis mevzuu olmasına karşılık, böyle bir yönelişte her zaman, anlaşmalar, uzlaşmalar ve dayanışmalar söz konusudur.
Hak rızasına adanmış ruhlar, böyle bir tevhid-i kıble mülâhazasından ötürü aklî ve mantıkî hayatları adına herhangi bir boşluk yaşamazlar. Aksine onlar, her zaman mantık, muhakeme ve ilimlere karşı açık durur ve bunu da gerçek imanın gereği bilirler. Ne var ki, bunların dünyevî tutkuları ve cismânî arzuları -herkesin istidadına göre- Hakk’a yakın durmalarının enginliğinde ve bir okyanus mahiyetindeki tevhidî mülâhazalarının derinliğinde tamamen eriyip gittiğinden, onların bu isteklerinin yerini, farklı bir desen ve şiveyle Hak hoşnutluğundan kaynaklanan bir zevk-i rûhânî almıştır. Bu itibarla da, Hak rızasına adanmış ruhlar, kalbî ve rûhî hayatın zirvelerinde meleklerle fizik ötesi bir havayı solukladıkları aynı anda, dünyalılarla da örfâneler teşkil ederek hasbıhalde bulunabilir ve dünyevîliğin meşrû bütün gereklerini yerine getirebilirler. Bu açıdan da onlar, hem dünyevî hem de uhrevî sayılırlar. Dünyevîlikleri, sebepler dairesinde bulunmalarından ve sebeplere riâyet etme sorumluluğundan, uhrevîlikleri de her meseleyi kalbî ve rûhî hayatlarına göre değerlendirmelerindendir. Kalbî ve rûhî hayatın belli ölçüde dünyevîliği tahdîdi, tamamen bir terk mânâsına gelmediği için, onların dünyadan bütün bütün kopmaları da söz konusu olmasa gerek. Dünyadan kopmaları bir yana, onlar, her zaman dünyanın tam göbeğinde durur ve ona hükmederler; ama bu duruş hiçbir zaman dünya için ve dünya adına bir duruş değildir. Aksine bu duruş, Allah adına esbaba riâyet ve her şeyi ötelere bağlama hesabına bir duruştur.
Esasen, bedeni kendi çerçevesinde, rûhu da kendi ufkunda tutmanın; ya da hayatı, kalb ve ruh hakimiyetine bağlı götürmenin yolu da bu olsa gerek. Sınırlı beden hayatının çerçevesi cismâniyetin darlığı ölçüsünde, aksine her zaman sonsuza açık bulunan rûhî hayatın ufku da nâmütenâhiliklere müteveccih olmalıdır. İşte insan, bu seviyedeki hayat ufku itibarıyla eğer, hep müteal düşüncelerle oturur-kalkar; hayatını onu bahşedene bağlı götürür, yaşatmayı yaşamanın en önemli derinliği sayar ve hep zirveleri kollarsa, ister istemez müteal bir programın uygulayıcısı hâline gelir; dolayısıyla da, belli çerçevede şahsî hazlarını ve zevklerini sınırlandırmış olur.
Şüphesiz hayatı bu ölçüde bir derinliğe bağlı götürmek oldukça zordur; ama bu zor iş, kendini Allah’a adamış, O’nu tanıtıp sevdirmeyi hayatının gâyesi hâline getirmiş; sabah-akşam bir eli insanların kalb kapılarında, diğer eli de Hakk’ın kapısının tokmağında hiç bitmeyen bir mekik hareketiyle gelip-gidip herkesi Hak’la buluşturmaya çalışan ruhlar için gayet kolaydır.
Aslında, her zaman sînesinde Yaradan’a imanın sıcaklığını duyan, bazen haşyet, bazen de muhabbetle çevresine gönlünün dilinden bir şeyler anlatmaya çalışan biri için, hiçbir meselede zorluk söz konusu olamaz. Böyle bir gönül eri daha baştan, O’na tahsis-i nazar edip sırf O’nu düşündüğü, O’nunla münasebete geçme yolları araştırmasına, her vesileyi O’na ulaşma istikametinde değerlendirmesine mukabil, Allah da ona, özel teveccühte bulunur, onun, nezd-i ulûhiyetindeki konumunu nazara vererek, herkesin ona saygılı olması gerektiğini hatırlatır ve arzî küçük bir vefayı, semâvî vefanın kat katıyla mükâfatlandırır. İşte o semâvî iltifattan tek damlaya sıkıştırılmış koca bir derya: “Sabah-akşam Rabbilerine, sırf O’nun cemal ve rızasına müştak niyaz edip duranları sakın yanından uzaklaştırma! Ne sen onlardan ne de onlar senden sorumlu değilsiniz…” (En’am, 6/52) Burada Allah’ın, peygamberini ikaz edip “Kovma!” dediği bu kimseler, Resûlullah meclisinin müdavimleri ve kendilerini Hak hoşnutluğunu tahsile adamış ruhlardan başkaları değildi.
Adanmışlığın yürekten ve samimî olmasına göre her zaman, böylelerine Cenâb-ı Hak tarafından özel bir teveccüh söz konusudur. Evet bir insan, gönülden Allah’a bağlanması ve O’nu hoşnut etmeyi hayatının gâyesi hâline getirmesi ölçüsünde iltifat görür, takdir alır ve gökler ötesi âlemlerin muhavere mevzuu olur. Böyle birinin bu dünyadaki her samimî düşünce, söz ve davranışı, ötede, “talihin gülen yüzü” diyebileceğimiz ışıktan bir atmosfere dönüşerek, kaderinin tebessümler yağdıran sahifeleri hâline gelecektir. Yelkenlerini ak bahtının rüzgârlarıyla doldurmuş işte böyle bir talihli, O’na tahsis-i nazar etmesi ölçüsünde yüzer hususî teveccüh esintileriyle ve hiçbir şeye takılmadan hep O’na doğru. Böyleleriyle alâkalı Kur’ân’ın ortaya koyduğu resim temâşâya değer bir resimdir: “Onlar öyle bahtiyar yiğitlerdir ki, ne ticaret, ne alışveriş alıkoymaz onları Hakk’ı anmaktan, namaz kılıp zekat vermekten.. (Nasıl alıkor ki) onlar, kalb ve gözlerinin dehşetle hâlden hâle gireceği bir (müthiş) günün endişesiyle hep korkar dururlar. Allah da onlara, bu hâllerine karşılık mükâfatların en güzelini verir ve dilediğine (fazlından) daha da fazlasını lütfeder.” (Nur, 24/37-38)
Omuzlarından bütün gam ve keder yüklerini atmış ve Hakk’a teslimiyetle bütün sıkıntılardan kurtulmuş bu kabil âzâd gönüllerin, artık arayıp bulacakları hiçbir şey kalmamıştır; zira kalb ve ruh dünyaları itibarıyla onların mazhariyetlerinin yanında bütün fâni nimetler, zevkler, safalar bulaşık masalar üzerinde boş kâselerden farksızdır. Onların gönül dünyalarında tüllenen güzellikler karşısında, dünya ve içindekiler yalancı bir masaldan ibarettir. Zaten baharda yeşerip de yazda renk atanların başka türlü olması da düşünülemez. İşte her zaman bu gerçeğin şuurunda olan bekâ yörüngeli ruhlar, ebedî maiyyet vadetmeyen her şeye bir iptal çizgisi çeker ve arkalarına bakmadan yürürler gönül koridorlarıyla sonsuzun bağ ve bahçelerine.. takılmazlar dünyaya ve dünyevîliklere..