Esasen toplumumuzda, tıpkı metafizik mülâhazalar gibi, bir medeniyet, bir kültür, bir sanat istidadı bulunmakla beraber bu potansiyel dinamikleri pratiğe geçirecek hakikat âşığı kahramanlar bulunmadığından, ciddî mânâda varlık içinde bir yokluk yaşanmakta; onca imkâna rağmen, herkes âdeta çaresizlikle kıvranmakta; hemen her yerde sürpriz inayetlere bağlı görünen pasif bir beklentiye rastlanmakta ve insan şuuru, insan iradesi bir kısım mitolojik muhayyileler elinde kırılıp atılacak değersiz birer oyuncak derekesine düşürülmektedir. Doğrusu, bu ölçüde bütün değerleri altüst olmuş bir cemiyetin yığından farkı yoktur. Bu ise, insan gibi mükerrem bir varlığın sürü, ona ışık tutanların da çoban sayılmaları mânâsına gelir ki, bu da hem insana hem de onun öncülerine en büyük bir saygısızlık demektir.
Özündeki cevherleri itibarıyla fevkalâde zengin, ancak bütün bu mevhibeleri kullanamamaktan ötürü fakirlerden fakir bu birinci zümreye karşılık ikinciler alabildiğine maddeci, alabildiğine pozitivist veya müfrit birer rasyonalist ve realisttirler ki, sadece ellerinin tuttuğu, gözlerinin gördüğü, kulaklarının işittiği şeyleri kabul eder ve bunu her zaman o baş döndürücü mantık oyunlarıyla kitlelere kabul ettirebilirler. Ve bunlar her zaman bir kısım çocuksu düşünceleri rahatlıkla avlayabilirler; avlayıp onlara pozitivizmin, rasyonalizmin, realizmin o baş döndürücü şaraplarını içirerek, muhatap aldıkları hemen herkesi sarhoş edebilirler. Aslında bunların ortaya attıkları düşüncelerin tutarsızlıkları açık olsa da ifratkâr, cerbezeci ve bastırmacı üslûpları yüzünden dünden bugüne saf kitleleri, hususiyle de inancı zayıf, başkalarının mantığıyla oturup kalkan ve din-diyanet mevzuunda şüphelerden kurtulamayan yığınları hep aldatagelmişlerdir.
Yıllardan beri bir kanlı kâbus gibi millet ruhunun üzerine çöken ve onu çökerten fikir şeklindeki bu evham kümelerini parça parça edip dağıtmadıktan sonra, hiçbir zaman hakikatle yüz yüze gelemeyecek, hakikat aşkını duyamayacak ve kendi ruhumuzu keşfetme imkânını bulamayacağız. Aslında, bu evham bulutları, insan muhayyilesinin uydurup ruhun hakikatler dünyasına soktuğu, ona mal ettiği, onun gücünün tezahürü gösterdiği öyle vâhi fakat yerleşmiş, öyle tutarsız ama zihne mal olmuş bir tabular mecmuasıdır ki, vahiyle bilenmiş akıl ve fikrin darbeleriyle paramparça edileceği güne kadar bu üst üste tersliklerden sıyrılmamız mümkün olmayacaktır. Dünküler, ses-soluk olarak bizi ifade ediyorlardı ama, bize ait olan değerlerin, değişen dünya şartlarına göre, yoruma açık yanları itibarıyla yeniden yorumlanmaları, yeniden seslendirilmeleri lâzım geldiğini değerlendiremiyor ve kendi şartları içinde genişleyen bir dünya karşısında âdeta büzülüyor, daralıyor ve yetersizleşiyorlardı. Evet, temel disiplinler olarak dünkü değerlerimizin kıymet-i zâtiyeleri mahfuz ama zamanın sesine-soluğuna açık olanların, içinde bulunduğumuz zaman diliminin memelerinden beslenerek inkişaf ettirilmesi de bir gerçekti. Şimdi acaba biz, zamanın yorumlarını da yanımıza alarak yeni bir içtimaî telâkki, alternatif bir ilim anlayışı, farklı bir hukukî inkişaf ve bilinenin ötesinde apayrı bir araştırma zihniyeti ortaya koyabildik mi? Ben bu konuda olumlu bir şey söyleyemeyeceğim.. ve zannediyorum, yenilikçilerin seslerini bu kadar yükseltmelerinin asıl sebebi de işte bu konuda, yerli görünenlerin şimdiye kadar net bir şey söyleyememiş olmalarıdır. Evet, bazı dönemler itibarıyla birer değer ifade eden, fakat bugün için genel maslahatlarla çatışan ve hikmet-i vücudu kalmamış bir kısım telâkki ve anlayışlar, devrimci geçinen bazı mefkûresiz ruhların her zaman olumsuz şekilde değerlendirebilecekleri birer sermaye hâline gelmiştir. Ve işte bu noktada düşmanlıklar el ele ve ifratlar da bağırlarında tefritleri beslemektedir.
Zaten yıllardan beri sık sık ortaya atılıp hemen her vesile ile kavga denemeleri yapan bu kör ve topal cephelerin ne ilkinin ne de sonuncusunun yarınları yeniden inşa adına hiçbir gayretleri olmadı.. olamazdı da; zira her iki kesim de henüz ismi konmamış “bir hiç”in kavgasından başlarını kaldırıp ileriye bakma fırsatını bulamıyordu.. bulamıyordu ve milletin en hayatî kaynakları “teâruzlar-tesâkutlar” ağında harcanıp gidiyor; onlar ise yıkılıp giden onca değerin enkazı arasında birbirlerine karşı zafer işaretleri yapıyorlardı. Ve zannediyorum, geçmişe sırtını verdiği aynı anda geleceğe yürüyen ve dünyayı bir kere daha ilim ve hikmetin birleşik noktasında yorumlamaya namzet hakikat erlerini yetiştireceğimiz âna kadar da bu körler ve topallar dövüşü sürüp gidecek…
Genel ahvâl böyle bir olumsuzluğu gösterse de, biz, bilmem kaç yüz senelik o şanlı geçmişin özünü, mânâsını koruyarak geleceğe doğru şahlanan, bahar-yaz, sonbahar-kış demeden her mevsimi kendi hususiyetlerinin üstünde değerlendirebilen.. ve millet ağacını senenin her gününde meyve verecek bir Cennet sidresi hâline getiren yarının hakikî sahibi bu alperenleri hep bekleyip duracağız. Gün gelip de bu alperenler kendilerini ifade etme fırsatını bulunca, dünya yeni bir sürece girmiş olacak ve hemen herkes eşya ve hâdiseleri daha bir farklı görecektir. Ve işte o zaman kinler, nefretler, gayzlar bir bir sönecek.. taassup putları üst üste yıkılacak.. bağnazca düşünceler götürülüp mezbeleliğe atılacak.. münasebetsiz tartışmalar yerlerini insanca musahabelere bırakacak.. öfke ile sıkılan yumruklar, bugüne kadar gerçek bir hasım gibi gösterilen insanları sımsıcak kucaklayan ellere dönüşecek.. ve insanoğlu yükselen kendi değerlerini bir kere daha yeniden keşfedecektir.
Kim nasıl düşünürse düşünsün, ben gözlerimi yummuş hep sağanak sağanak sevginin yağdığı, herkesin sevgiyle oturup sevgiyle kalktığı o günleri tahayyül ediyor ve tâli’ime gülücükler gönderiyorum.