Amerika’da Hocamın kabrini ziyaret ettim.
Çiçeklerle dokunmuş toprağının başında sessizce durdum.
Bir seher vaktiydi ve kuşlar zikre durmuşlardı; her kanat çırpışları semadan süzülen bir duaydı sanki. Shakespeare’in dediği gibi “taze tomurcukları sert rüzgarların örselediği” bir zamandı…
İki elim yanımda, gözüm kabrin isim yazılmış tahtasında değil, toprağın altındaki hatipteydi.
Sanki onu bir kez daha dinlemek ister gibiydim.
Bir sohbetin ortasında, ona çok yakışan tatlı bir sitemle kalkıp gitmiş gibi…
Sanki birazdan dönecek, mübarek sesiyle gönüllerimize dokunmaya devam edecekmiş gibi…
İçimden geçen duayı dilimle söylemeye utanıyordum.
Ne diyebilirdim ki? “Hocam, özledim.” demeyi deniyorum. Bir hıçkırık boğazıma kadar gelip kalbime geri dönüyor. Zira bu iki kelime, sanki çamurdan bir tekne gibi taşıyamıyor içimde biriken okyanusu. Daha yoldayken dökülüyor gözyaşlarım, birer hatıra damlası gibi.
Çünkü bu özlem zamanla ilgili değildi; eksilmeyle ilgiliydi.
Her şey yerli yerindeydi belki, ama bir şey eksikti işte
Bir selâm, bir tebessüm, kalpleri delip geçen bir bakış
Hep olan bir şeyin yokluğu, bir harfin eksikliği gibi bütün cümleyi yetim bırakıyordu.
“Sanki dünya hafifçe sağa doğru eğilmiş de biz artık tam dik duramıyorduk…”
Yüzüme yüreğime dokunan bir rüzgâr gibi duruyordu bu özlem.
Ne yakıyor ne de donduruyordu; sessizce içimi burup geçen bir tefekkür, bir ilham ırmağı gibiydi. Keşke bir cümlesini daha duyabilsem, diyordum. Keşke mabeynine çıktığında, âlimin yüzünde parlayan o tatlı huzuru yine görebilsem.
Ama birden, onun susmuş hâlinin bile hâlâ konuştuğunu fark ediyorum. Zira bazı kelimeler, toprağın hafızasında kayıtlıdır. Bazı sesler, zamanın rüzgârına karışıp ölümsüzleşir.
Onun kitapları, sohbetleri, eserleri; şimdi göğsümüzde, kanatlarında dua taşıyan güvercinler gibi uçuyordu. “Öyle insanlar vardır ki, onların yokluğu bile yeni bahçeler açar içimizde.” sözü bir kelebek gibi konuyor omzuma…
Cenazesine iştirak edeli aylar olmuştu. Ama bıraktığı boşluk, içimizde her geçen gün derinleşiyordu. Elimi mezarının soğuk toprağına koydum. Sanki avuçlarımda bir çağın nabzı atıyordu. Bu bir kabir değildi sadece; bu bir milletin karanlık kışlarında yollara ışık olmuş bir güneşin toprağa düşmüş yansımasıydı.
Kabir toprağı, sanki başka bir lisanla konuşuyordu: Daha rikkatli, daha dikkatli… Üzerine eğildikçe bir suskunluk değil, bir hutbe duyuyordum. Sanki bir ölüye değil; zamana gömülmüş bir kelimenin kalbine dokunuyordum.
Çünkü bazı insanlar gerçekten ölmez. Goethe’nin dediği gibi: “Ölüm yoktur; sadece zamanın öteki yüzüdür.” Shakespeare, ölüme karşı şöyle haykırır: “Senin gücün yoktur aşkı öldürmeye; o, senden daha kalıcıdır, ey ölüm.” İşte o aşk, o derin bağlılık, o iman; şimdi mezarın etrafında sessiz bir rüzgâr gibi dolaşıyordu.
Ama ben ne Batı’nın ne Doğu’nun yalnız sesiyle geldim buraya.
Ben, Hazreti Ebubekir’in “O (sallallâhu aleyhi ve sellem) gitti ama İslam yaşıyor.” dediği huşu ile eğiliyorum toprağa.
Ben, sahabînin Hazreti Halid için “Bugün göğün yıldızlarından biri düştü.” dediği ağırlıkla dokunuyorum mezar toprağına. Şair Nüveyre’nin Hazreti Ömer’e “Kardeşim senin kardeşin gibi tertemiz düşseydi toprağa ben ona ağlamazdım.” tesellisi rahatlatıyor ruhumu.
Burada bir hayat değil, bir çağ susmuş gibiydi.
Ama o çağ, şimdi onun yazdığı kitapların, kurduğu cümlelerin ışığıyla yeniden doğuyordu.
Gözüm kabrin başındaki isimden, yanı başına düşen bir kuş izine kayıyor.
Ve o sessiz izde, bir cümlenin uçup giden kanadını görüyorum.
Her kelimesi, sadece bugüne değil,
geleceğin temiz kalplerine kanat çırpıyor.
Bu özlem, bir boşluk gibi değil;
insanı yukarı çeken bir hafiflik gibi hissettiriyordu.
Yalnızca bir geçmişi değil;
bir seviye, bir ahlakı, bir tavrı özlüyorduk:
Kötülüğün ödünü koparan bir duruş;
varlığın asaletle susması;
yokluğun bile vakarla kalması…
Ve ben, mezarın başında sadece “orada yatanı” değil,
“ondan bana kalan içimde kalanını” anlıyordum.
Bu toprakla, bu sessizlikle, bu mezarla konuşmuyordum aslında.
Kendi kalbimin bana bıraktığı emaneti dinliyordum.
Ve sessizce mırıldandım:
“Bizi yetim bırakmadın, Hocam…”
Ama öğrendim ki yetim olmadan özlemek de mümkün değilmiş.
Özlemeden anlamak da.
Bir an duruyorum, gözüm mezar toprağında… Ve birden içim titriyor: “Sükûtun çığlıkları, bazen bir kabir taşında yankılanır; bazen de bir gözyaşında sessizce konuşur.” Dışarıdan susmuş gibi görünüyordu ama aslında en çok şimdi konuşuyordu Hocam. Bu suskunluk, sadece bir sessizlik değilmiş meğer; zamana emanet edilmiş bir hutbeymiş. “Konuşsaydı belki unutulurdu…” diye geçiriyorum içimden. Ama şimdi, sükûtu unutmamamız gereken her şeyi kalbimize kazıyor. Ve ben, o çığlıkla bir kez daha ders dinliyorum Hocamdan.
Zihnimde, yokluğunun vadilerinde yankılanan sesleri işitiyordum.
O yalnızca bir hoca değildi.
Bir iman mimarıydı.
Kalbiyle kurduğunu kelimeleriyle yıkmayan,
hakikati sabırla, suskunlukla, aşkla inşa eden bir ruh mimarıydı.
Sanki bir bilge kulağıma eğilip fısıldıyordu:
“Bazı insanlar ölmez, çünkü onların cümleleri henüz tamamlanmamıştır.” Onun cümleleri ondan kalanı kutsal bir emanet bilen ellerde gönüllerde tamamlanıyordu.
Bir çocuk susarken onun şiirini hatırlıyor,
bir öğretmen anlatırken onun bakışını taşıyor,
bir genç yol ararken onun gecelerinde tuttuğu mumu kılavuz ediniyordu.
Hocaefendi artık bir isim değil;
bir izdi.
Bir çağın gönlünde yürüyen,
bir cemaatin omzuna omuz,
bir insanlığın yorgun alnına serinlik olan bir izdi.
Bize adalet öğretti, ama asla öç almayı değil.
Bize sabrı anlattı, ama suskunluğu değil.
Bize hicreti öğretti, ama kırgınlığı değil.
Ve giderken ardında ne öfke bıraktı ne korku;
yalnızca bir dua kadar berrak bir ahlak bıraktı.
Ki işte;
bizim için gerçek miras da buydu.
“Bir ömür, eğer geride bir fikir bırakmışsa; Allah o fikirle o kişiyi tekrar tekrar diriltir.”
Biz biliyoruz:
Bu mezar bir son değil;
bir kitabın önsözü.
Bu sessizlik bir boşluk değil;
bir çağrının yankısı.
Bu toprak, bir beden değil;
bir çağın vicdanını saklıyor.
Toprak zamanla konuşurmuş derler.
İlk başta sessizdir.
Sonra rüzgârla, çiçekle, bir çocuğun gülüşüyle fısıldamaya başlar.
Ve biz, burada;
ellerimizde emaneti,
kalbimizde muhabbeti,
sonsuz bir zincirin halkası gibi yürümeye devam edeceğiz.
Çünkü bazı cümleler, yalnızca söylenmek için değil;
devam etmek için kurulmuştur.
Bazı yollar sadece ayak izi bırakmak için değil;
yeniden yürümek için açılmıştır.
Ve bazı hayatlar sadece yaşanmak için değil;
başkalarının da yaşayacağı umutlar bırakmak için yaşanmıştır.
İşte biz şimdi o cümlenin devamındayız.
O yolun yürüyen adımlarındayız.
O hayatın miras bıraktığı duanın yankısındayız.
Hocaefendi’nin gökyüzüne yükselmiş duası gibi,
her sabah yeniden doğuyoruz.
Ve her akşam, bize seslenen o sükûneti işitiyoruz:
“Vazgeçmeyin… Hiç durmadan yürüyün.”
Çünkü inananlar bilir ki:
Ölüm bir veda değil;
daha derin bir buluşmanın eşiğidir.
Ve toprak, içine düşen tohumları unutmaz.
Bir mevsim daha, bir bahar daha, bir sabır daha…
Çünkü biz biliyoruz:
Toprak, hakikati hep saklar ve vaktinde doğurur.
Ve biz biliyoruz ki,
bunca sıkıntının, bunca karanlık gecenin,
bunca tufanların ortasında bile,
Hocaefendi’nin dilinden dökülen o hakikat tohumları çürümedi,
toprağın en derin, en korunaklı yerine saklandı.
Zaman, bir sabır terazisidir.
Ve biz, onun sabırla öğrettiği gibi;
eteklerimize taşlar değil, güller doldurarak yürüyoruz.
Çünkü biz inanıyoruz: “Hak yolunda yürüyenler için hiçbir gece ebedi değildir…”
Ve onun ruhumuzda ektiği sabır ve ümit; Allah (celle celaluhu) ve Elçisinin (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevgisi
bir gün en parlak sabahların habercisi olacaktır.
Bu yüzden:
Toprak unutmaz.
Hakikat unutmaz.
Dua unutmaz.
Ve biz de unutmayacağız:
“Vazgeçmeyecek… ve hiç durmadan yürüyeceğiz…”