Kaybedilirse, farkına varılırsa ve kıymetli ise o aranabilir. Ya bu kaybedilen şey ümit ise? Nasıl farkına varılır ve nasıl aranır?
Zâhiren bilinen kıssalar, tekrar okunduğunda ya da dinlendiğinde bıkkınlık vermemesi ve yeni mesajlar duyulabilmesi için, bunlara farklı bir açıyla bakmak gerekir. Malum hâdiseleri bir de ümit penceresinden birlikte seyredelim. Neydi ümit?
Ümit, Hazreti Âdem tavrıydı. Servet yitirildiğinde değil, Cennet bile yitirilse Mâlikü’l-Mülk olan Allah’a teveccühten asla vazgeçmemekti.
Ümit, Hazreti Nuh’a tufan, Hazreti Yusuf’a kervandı.
Ümit, sebeplerin sukût ettiği noktada tevhid nuruna erebilmek, Müsebbibü’l-Esbab olan Allah’a sığınabilmekti. Evet, Hazreti Yunus’un karanlıkta, fırtınada, denizde, balığın karnında sıkıştırılınca Rabbine yakarışıydı.
Ümit, ıssız çölün ortasında, yavrusu kucağında “Ey İbrahim! Bunu sana Rabbin emrettiyse git. Ben buna katlanırım.” diyebilen Hazreti Hacer’in imanı, itimadı ve tevekkülüydü.
Ümit, rüyalarını müteakip, Hazreti İbrahim’in emre itaatteki inceliğinin, sadakatinin ve oğlu Hazreti İsmail’in sabrının semeresiydi.
Ümit, murad-ı ilâhîye teslim olmaktı. Alevler karşısında, Hazreti İbrahim gibi ne zulme seyirci kalan insanlardan ne de semadan imdada koşan meleklerden bir beklentiye girmemekti. “Hâlimi bilen Hazreti Habîr, benim bir şey istememe ihtiyaç bırakmamıştır.” ulvî düşünceleri ile dolmaktı. O’nun mukaddes gayretine “Allah bana yeter.” (Tevbe sûresi, 9/129) zikriyle dokunmaktı.
Ümit, bütün yollar tıkandığında Rabbimizin bize bir fereç ve mahreç göstereceğine inanmaktı. Hazreti Musa’nın arkasındakiler Kızıldeniz ile Firavun arasında kalınca “Eyvah!” dediler. Böylesi bir durumda dahi “Rabbim benimledir ve O muhakkak ki bana kurtuluş yolunu gösterecektir!” (Şuarâ sûresi, 26/62) ümit meşalesini yakabilmekti.
Ümit, seni teselli etmeye koşanı senin teselli etmendi. Kan-revan içindeki Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Fatıma annemize, “Kızım ağlama, Allah babanı zayi etmeyecektir.” ümit-bahş beyanı ve Nebevî duruşuydu.
Ümit, Muztarlar Muztarı’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) Taif’teki duasıydı. Horlanmışlar, taşlanmışlardı. Hazreti Zeyd dertli, Hazreti Cebrail mahzun… Ellerini kaldırdı, hâlini arz etti. “İstersen bu belde halkını helak edelim.” teklifine, “Nesillerinden bir tane bile Allah diyecek insan gelecekse hayır.” dedi. Duasına icabet edildi. Önce Ninovalı Addas, sekiz on yıl sonra bütün Taif.
Ümit, senin için telaşlanan dostunu senin teskin etmendi. Müşrikler Sevr Sultanlığının önündeyken Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Ebu Bekir’e (radıyallâhu anh) “Tasalanma! Allah, bizimle beraberdir.” (Tevbe sûresi, 9/40) nûr-efşan kelamı ve itminan zirvesini soluklamaktı.
Ümit, dünyalık ödül kazanmak için canlara kıymak isteyenleri gönlün dili ve hâlin şivesi ile kazanıp, başlarındaki sarığı sancak ve onları yoluna muhafız yapmaktı. Evet, Büreyde’nin hidayeti gibi, O kutlu Muhaciri (sallallâhu aleyhi ve sellem) öldürmeye gelenleri -O’nun “Sen de mi?” hitabının tesiri ve nurlu bakışının iksiriyle- Hazreti Hâdî’nin (celle celâluhu) diriltmesiydi.
Ümit, Hazreti Âişe’nin iffetine Nur âyetleri de şehadet edene kadar, babasının evinde yaşadığı ızdırar hâliydi.
Ümit, Halid için, kardeşi Hazreti Velid’in “Acele yetiş!” feryadıyla ulaştırdığı “Onun gibi bir adam, İslamiyet’i bilmez ve tanımaz olabilir mi? Keşke O…” ile başlayan ferahlatıcı Nebevî kelamdı.
Ümit, Mekke fethi sonrası, Hazreti Umeyr’in kendini denize atmak isteyen Saffan’a yetiştirdiği emandı. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) sarığı da nişandı. Fedakâr eşi tarafından huzuruna getirilen İkrime için ise, “Ey Muhacir!” iltifatlı hitaptı.
Ümit, etrafa Hazreti Hubeyb bakışıydı. Seni idama götüren zalimlerin içerisinden âşina bir çehre arayarak, onu ebedi idamdan kurtarmaya çalışmaktı.
Ümit, Hazreti Mus’ab gibi yerinde muhacir, yerinde muallim olmaktı. Mefkûresi yolunda candan ve canandan geçip, hiddetli Sa’d bin Muâz’ın keskin kılıcının gölgesi altında “Bu işi biraz sonra yapsan ne olur, hele beni bir dinle!” diyerek geleceğin Medine’si için Yesriblerde Ensarlar’ın Efendisi’ni aramaktı.
Ümit, Hazreti Abdullah bin Huzâfe’ye yaptıkları gibi, sana işkence edenler bir soluklanma fırsatı verirlerse ve davandan vazgeç teklifini yaparlarsa, bu zamanı fırsat bilerek, onları kendine ve mukaddes değerlerine hayran bırakma gayretiydi.
Ümit, sıdk idi, sabırdı. Hazreti Ka’b bin Malik ile iki arkadaşı gibi sarsılsalar da dostlar ve akrabalar mesafe koysalar da dünya bütün genişliğine rağmen sıktıkça sıksa da Hazreti Bâsıt’ın (celle celâluhu) kapısında sebat etmekti.
Ümit, Vahşi için karanlıkta kalmış kalbini aydınlatan “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz…” (Zümer sûresi, 39/53) mucize beyanıydı. Yemame’de Müseyleme’nin sinesine Uhud’tan kalma mızrağını sapladıktan sonra, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) manevî huzurunda “Artık sana görünebilir miyim Yâ Resûlallah?” recasıyla vicdanında duyduğu huzur ve inşirahtı.
Ümit, Hazreti Cibril için güvenilirliğinin vahy-i semavî ile tesciliydi. “Ruhu’l-Emîn” hitabıydı.
Ümit, yol arkadaşlarıyla beraber olup ayrılmamaktı. Evet, Allâmü’l-Guyûb’un (celle celâluhu) vazifelendirdiği zikir meclislerini gezen seyyar meleklerin, “Yâ Rabbi, onların içinde birisi vardı ki, esas gayesi Seni anmak değildi. O, oraya dünyevî bir gaye için gelmişti.” tespitine rağmen Hazreti Kerîm’in “Onlar öyle bir toplumdur ki, onların arasında bulunan, onlara verilenden mahrum edilemez.” engin fazlı ve keremiydi.
Ümit, kırk yıl şakîler defterinde görünenleri saîdlere çeviren, Hakk’ın kapısındaki vefalı bekleyişti.
Ümit, Rabbimize karşı fevkalâde hüsnüzan içinde olmaktı. Günahları hasenatından ağır gelen bir kulun -İlahî adalet gereği- zebaniler tarafından Cehenneme götürülürken bile, dönüp dönüp gazabının önündeki O’nun İlahî rahmetine bakmaktı.
Ümit, samimi dualar, yakaran gönüllerdi. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) haber verdiği mağarada mahsur kalan isimleri meçhul o üç ihlas abidesi genci hatırla… Düne kadar açık, şimdilerde ise Hizmet’e kapalı kapıların tekrar açılması için, ihlaslı amelleri dua buketleriyle Rabb’e arz etmekti.
Ümit, hedefleri ve idealleri uğruna gerektiğinde en yakınlarını, hatta kendisini feda edebilmekti. Evet, Fatih Sultan Mehmet gibi, elli gün süren ve bir türlü netice alınamayan kuşatmadan sonra atını denize sürerek, “İstanbul, ya bugün ben seni alırım ya da sen beni!” diyerek pes etmeyip, Ulubatlı’sını, askerlerini ve tebaasını yeniden fethe kilitleyerek çağa imzasını atabilmekti.
Ümit, Hizmet’te önde, ücrette gerilerin gerisinde olmaktı. Romalı Katon gibi, zafer sonrası şehre girerken, kumandanlığı krala teslim edip, “Ben milletime hizmet için savaşmıştım, şimdi vazifem bitti, köyüme dönüyorum.” diyerek kendini fethedebilmekti.
Ümit, sürgüne gönderildiğin Barla’da küfrün belini kırmaktı. Bediüzzaman gibi, “Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.” bahar türkülerini kışta besteleyebilmekti.
Ümit, ta baştan bu peygamberler yoluna “Davam!” derken, en ağır şartlarda dahi Hizmet’e devam edebilmeyi göze almaktı. Evet, “Müesseseleri yıkılıp plânları bozulduğu ve birliği dağılıp kuvvetleri tarumar olduğunda fevkalâde inançlı ve ümitli” prensibini hazmedip, çile ve ızdırabı hem yolun kaderi hem de bahar neşidesi bilmekti.
Ümit, Anadolu’da gözyaşlarıyla mayalandıktan sonra, bütün yeryüzüne çalınan, rengarenk Altın Nesil’di.
Hasılı ümit, hâdiselere dünyadaki sonuçları açısından değil, âhiretteki semerelerini düşünerek bakabilmekti. Allah’ın güzel isimlerinin tecellilerini kâinat kitabında okuyabilmekti. Olayların dış yüzlerindeki sayılı çirkinliklerine takılmadan, iç yüzlerindeki sınırsız güzelliklerden bazı sırları avlayabilmekti.
Ne mutlu ümitli yazanlara! Ümitli okuyanlara! Ümitli dinleyenlere! Ümidi azık yapanlara! Ümitli yaşayanlara!
Ümit Kahramanı’nın soluklarıyla noktalayalım:
“Bile her zaman azmini ve yolundan dönme!
Dirilişle çağla ölüm akan derelerde
Koşsun sana dirilmek isteyenler her yerde,
Gün gelip güneşler sönse de sen sakın sönme!
Bile her zaman azmini ve yolundan dönme!”