“Otuz dört sene olan askerlik hayatım boyunca insan olmamın gereği, az çok mâsiyete, fırtına ve dalgalara tutulmuş olduğumu, ahirete ait dinî vazifelerimde pek çok eksiklerimin bulunduğunu ve gaflet perdesi altında hayatımı geçirdiğimi anlıyorum. Şimdi kusurlu geçmiş zamanlarıma pişman ve nâdim olup evvelki güldüklerime ağlıyorum. Bu da siz Üstadıma ve Risalelerinize kavuşmakla olmuştur ki, yüz binlerce şükür, Cenâb-ı Hak sizi bu fakire ihsan etti.”[1]
Bu ifadeler, “Barla Lâhikası”, “Tarihçe-i Hayat”, “Şualar” ve “Mektubat” gibi eserlerde mektup ve şiirleri yer alan ve Bediüzzaman’ın kendisi için “İstikamet Şehidi” nitelemesinde bulunduğu Binbaşı Âsım’a aittir.
Doğumu, Askerliği ve Bediüzzaman ile Tanışması
Tam adı Ahmed Âsım Önerdem olup 1877’de İzmit’te doğmuştur. Kendisi Kıcızâdelerden olup o gün itibarıyla Osmanlı sınırları içinde bulunan Trablusgarp ve Şam’da askerî vazifelerde bulunur. Cumhuriyet’ten sonra ise Muğla, Manisa ve Burdur’un Tefenni ilçesinde görev yapar.
Burdur’da ikamet ettiği yıllarda Nigâr Hanım’la evlenir. Barla Lâhikası’ndan anladığımız kadarıyla, Nigâr Hanım şiddetli bir hastalığa yakalanır. Hastalık bir türlü iyileşmeyince Nasuhizade Mehmed Balkır, şifa duâlarını almak üzere onları, Barla’da ikamet eden Bediüzzaman’a götürür. Bu duânın ardından, Nigâr Hanım yüzde seksen iyileşir. Bediüzzaman onun hastalığını sormuş olmalı ki Binbaşı Âsım eşinin durumu hakkında şunları yazar:
“Hemşirenizin hastalığının had safhası geçmiş olup yüzde yirmisi mevcuttur. Namaz kılabiliyorsa da kuvvet ve iktidarı olmayıp henüz yataktan kalkamadı. Hâl-i hazırına şükür ve istikbale tevekkülle meşguldür. Siz Üstadıma duâlar ediyor ve diyor ki: ‘Şu hakikat-i Kur’âniye ve Risâle-i Şerifeler imdadıma yetişti.’ Hele Otuz Birinci Mektup’ta geçen sabır, tahammül ve şükür bahsine o kadar bağlanmıştır ki, hastalığı sırasında devamlı surette fakire okutmuş ve Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ etmiştir.”[2]
Âsım Bey, bundan sonra Bediüzzaman’la mektuplaşma yoluyla haberleşir ki bu postacılığı Burdur’da ikamet eden Yalvaçlı tüccar Abdullah Hoca yapar. Barla, Isparta merkeze bağlı olup tek ulaşım Eğirdir Gölü üzerinden sağlanmaktadır. Binbaşı Âsım ulaşımın bu derece zahmetli olduğu mekanla irtibatını hiç kesmez ve kurmay zekasıyla kısa sürede çok mesafe alır. Bunu sadece Barla Lâhikası’nda bulunan altı mektubu, iki sorusu ve iki şiirinden anlıyoruz.
O, Bediüzzaman’ın saff-ı evvel talebelerinden biri olup Risale-i Nur’larla ilgili mektuplarında daima “Risale-i Şerife”ifadesini kullanır ki bunu şu satırlarda görmek mümkündür: “Envâr-ı Kur’âniye mizan ve burhanlarından ve kıymeti takdir edilemeyen Sözler namındaki risale-i şerifeler fakiri ihyâ ediyor, kalbimi nurlandırıyor. Bu Rabbimin bir fazlıdır.”[3]
Ayrıca Bediüzzaman Binbaşı Âsım’a “arkadaşım”[4] şeklinde hitap eder. Oysaki, bu ifadeyi nadir kimseler için kullanmış olup, bunlardan biri Mehmed Salih Yeşiloğlu’dur. O da onun gençlik döneminden arkadaşıdır; Kafkas Cephesi’nde beraber savaşmışlardır.
Binbaşı Âsım’ın, Risaleleri güzel ifadelerle övdüğü bir şiirinden bir dörtlük ise şöyledir:
“Münezzehdir şuûnattan, hep ilhâm-ı İlâhîdir,
Okurken nur alır vicdan, sütûr-u bî-tenâhîdir,
Riyâdan, kibirden, her meâsîden münezzehdir,
Kelâm-ı lâyezâlîden gelen bir nur-u müferrihtir.”[5]
Onun sorduğu sorulara bir örnek ise, “Kur’ân’ın altı bin altı yüz küsur âyetten oluşması, yeryüzünde bu kadar yıl hüküm süreceğine mi işarettir?”[6] şeklindedir. Bu sorunun cevabı bir hayli uzun olup Barla Lâhikası 248. Mektup’ta cevaplandırılmıştır.
Binbaşı Âsım, Burdur’da Risale-i Nurların yazılması ve tashih edilmesi için çok gayret sarfeder. Bunu hastalığı sebebiyle beyan ettiği şu mazeretinden anlıyoruz: “Üstad-ı Ekremim! Bu defa Risale-i Şerifeler bir parça tehire uğradı. Bunu, fakirin atalet, betalet ve kesaletine haml buyurmayınız. Ramazan Bayramı’ndan beri iki defadır hastalığım Risale-i Nur-u Şerifelerin istinsahına oldukça bir fasıla vermiş oldu.”[7]
İstikamet Şehidi olması ve Tarihî Tekerrürler
Nihayet tarihler 1934 ve 1935 yıllarını gösterdiğinde, yukarıdan gelen bir emirle emniyet çok sıkı tedbirler alır ve Bediüzzaman’ı talebeleriyle birlikte cadı avına tâbi tutar. Ancak Âsım Bey, her şeye rağmen irtibatını kesmez ve gelen Risaleleri okur, yazar ve hissettiklerini de heyecanla kâğıda döker. Ayrıca her türlü tedbire riayet ederek evinde birkaç kişiyle Risale-i Nurları okur. Bir gün ihbar ya da takip üzerine eve baskın yapılır. Âsım Bey, komisere hanımının müsait olmadığını söyleyerek, beş dakika izin ister ve misafirleri arka kapıdan çıkarır. Fakat polisler, tıpkı günümüzde olduğu gibi, evin altını üstüne getirir ve el yazması bazı nüshaları bulurlar.
Artık komiserin keyfine diyecek yoktur. Zira, yukarının gözüne girme ve bir üst rütbeye yükselme adına iyi bir fırsat yakalamıştır. Yapılan ilk sorgunun ardından Binbaşı Âsım tutuklanarak Isparta’ya götürülür. Isparta’da sorgulamalar, baskılar uzayıp gider…
İşte Binbaşı Âsım, bu ağır sorgulamalar sırasında Cenab-ı Hak’tan emanetini almasını ister ki Bediüzzaman onun bu durumunu şöyle dile getirir:
“Binbaşı Âsım Bey sorguya çekildi; eğer doğru dese, Üstadına zarar gelir ve eğer yalan dese, kırk senelik namuskârane ve müstakimane askerliğinin haysiyetine çok ağır gelir endişesiyle, ‘Yâ Rab, canımı al!’ diyerek, on dakikada teslim-i ruh eyleyip ‘İstikamet Şehidi’ oldu…” [8]
Enteresandır ki Bediüzzaman bu hadiseden birkaç ay önce “Ben öldüğümde sizi arkamda vâris bırakarak ferahla kabre girmeyi Rahmet-i İlâhiye’den ümit ederim.” şeklinde bir mektup yazar. Binbaşı Âsım ise yazdığı cevabî mektupta onu istikbal edebilme adına ondan önce kabre girmeyi arzu eder ki o mektup şöyledir:
“Yâ Hazret, riyâ değil, tasannu değil, içimden geliyor, gönül istiyor ve arzu ediyor: Bu fakir, Üstadımdan evvel kabre girsin ve siz, dâr-ı bekanın kapısına gelinceye kadar, dâr-ı dünyada bulununuz ki, bu fakir ve muhtaç talebenize arkasından göndereceğiniz dua ve hediyenizle mesrur olsun. Ve sizin teşrifinizde sizi istikbal şerefiyle müşerref olabilmeyi gönül istiyor.”[9]
Onun “İstikamet Şehitliği”ne yürüdüğü 7 Mayıs 1935 tarihinde Bediüzzaman ve talebelerinin tamamı Eskişehir Mahkemesinde sorgulanmaktadır. Tıpkı bu süreçte olduğu gibi, gazeteler sekiz sütuna manşetten aleyhte propaganda yapmaktadır. Bu yüzden, Binbaşı Âsım’ın cenazesini ne yıkayacak ne de teşyî edecek birileri bulunamaz.
Bu durum karşısında çaresiz ve yalnız kalan Binbaşı Âsım’ın eşi Nigâr Hanım, tek başına hastaneden eşinin cansız bedenini almaya gider. Manzara dayanılacak gibi olmasa da Nigâr Hanım, zalim karşısında acziyetin ifadesi gibi anlaşılacak üzüntüsünü belli etmemeye çalışır. Ancak eşini, soğuk ve rutubet kokan mahzende, rastgele atılmış bir örtü altındaki sedyede görünce dizlerinin bağı çözülür ve kapının dibinde dakikalarca ağlar. Onu dışarıda bekleyen görevliler, “Haydi Hanım, al eşini git! Başımıza iş açma!” şeklinde nobran bir ses tonuyla seslenirler.
O, tekrar gözyaşlarını yaşmağıyla siler ve eşini mahzenden çıkartarak tek başına götürür. Zira Isparta çevresindeki Nur talebeleri de hapistedir. Ayrıca zulümden korkan ya da o masum insanı “hain” zanneden talihsiz insanlar ve cami hocaları, cenazeyi kaldırmaya yanaşmazlar.
Hulâsa, Nigâr Hanım, zilletle yaşamaktansa izzetle ölmeyi tercih eden bu İstikamet Şehidi’ni tek başına yıkayıp itina ile kefenler. Cenaze namazına sıra gelince onu kıldırabilecek kimse yoktur. Rica üzerine emniyet, ayakta durmakta zorlanan Re’fet Bey’in yaşlı kayınpederi Hacı Mülâzım Efendi’nin namazı kıldırmasına izin verir. Bu yaşlı adamı getirip götüren birkaç kişinin kıldığı cenaze namazından sonra Âsım Bey Isparta’daki Alaeddin Mezarlığı’na defnedilir.
Aslında aradan geçen seksen küsur seneye rağmen değişen bir şey yoktur. Zira şimdilerde Âsımlar, ülkenin pek çok yerinde yeniden İstikamet Şehitliği’ne yürümektedir. İsimleri farklıdır; ama gariplikleri, yalnızlıkları ve kimsesizlikleri öncesine göre çok daha şiddetlidir. Bu sefer Âsımların yanı başındaki sedyelerde küçücük bebekleri de vardır. Onları alacak, yıkayacak ve kefenleyecek Nigâr Hanımlar da yok şimdilerde…
Çünkü onlara eş ya da anne olmak da suç bu devirde…
Tıpkı öğretmen Gökhan Açıkkollu’nun cenazesinde olduğu gibi. Onun için, “Mezarlıkta hainlerin yeri yok, onun yeri hainler mezarlığı!” denince yaşlı baba, evladını gelinin köyüne götürmüştü. Ancak orada da camiye sokulmayınca acılı babanın bu çaresizliği karşısında bir mahalleli kıldırmıştı cenaze namazını…
Başka bir baba zulümden kaçarken iki evladıyla boğulmuştu denizde… Geride kalan eşi ise hemen tutuklanıp sorgulanmıştı…
Ve yine sedyede kimsesiz kalan üç masum beden…
Yıllar önce, Muhterem Hocaefendi bir sorunun başlığını “Tarihî Tekerrürler Devr-i Dâimi”[10] koymuştu. Maalesef hâdiseler aynıyla olmasa da misliyle bugün de tekrar ediyor.
Fakat şu da bir gerçek ki Kur’ân’da birçok âyet-i kerimede “istikamet” (doğruluk) övülmüştür. Bunlardan biri de Fussılet sûresinin 30. âyeti olup manası şöyledir: “‘Rabbimiz Allah’tır.’ deyip sonra da istikamet üzere, doğru yolda yürüyenler yok mu, işte onların yanına melekler inip: ‘Hiç endişe etmeyin ve size vâd edilen cennetle sevinin!’ derler.”
Ümidimiz o ki bizlerin tesellisi de bu ve benzeri âyet-i kerimelerin müjdesine nail olabilmektir.
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lâhikası, Süreyya Yay., 2019, s. 153.
[2] Nursi, a.g.e., s. 273.
[3] Nursi, a.g.e., s. 74.
[4] Nursi, a.g.e., s. 271-272.
[5] Nursi, a.g.e., s. 100.
[6] Nursi, a.g.e., s. 368.
[7] Nursi, a.g.e., s. 213.
[8] Nursi, Tarihçe-i Hayat, Süreyya Yay. 2019, s. 273.
[9] Nursi, Barla Lâhikası, Süreyya Yay. 2019.
[10] Fethullah Gülen, Prizma-1, Nil Yay. 2013, s. 56.