Kalbin Zümrüt Tepeleri – İrşad ve Mürşid-2

(…) Mürşid, dava ve düşüncesini herhangi bir beklentiye girmeden tam bir adanmışlık ruh hâleti ve ölesiye bir gayretle hemen her zeminde mırıldanıp duran ve ulaşanla ulaşılacak olan arasında bir köprü insanıdır. O, ücretlere, bedellere, mükâfatlara, ödüllere karşı her zaman kapalı kalmanın yanında, talepsiz gelen maddî ve mânevî bir kısım ihsanları da çevresindeki hâlis kimselerin gayretlerine bağlayarak hep onları nazara verir; bütün mevhibeleri gönlünde onlarla paylaşır ve mensubu konumunda bulunanları Hak teveccühlerinin birer vesilesi sayar. Bu seviyedeki bir fedakârlık, her zaman tebcil edilecek bir fedakârlıktır ama, hakikî mürşid, bu ölçüdeki gayretlerini dahi kat’iyen şâyân-ı takdir görmez, takdir beklemez ve hele asla, hiçbir hareket ve faaliyetini Allah rızasının dışında dünyevî-uhrevî herhangi bir neticeye bağlamaz. O, Hak karşısında her zaman düz durur; zira bilir peygamberlerin yolunda yürüdüğünü ve bu yolun bir kısım âdâb ve erkânının bulunduğunu, bunların başında da irşadın Hak hoşnutluğuna bağlanması lâzım geldiğini.

Mürşid, muhataplarını bütün hususiyetleriyle bilen ve onları her zaman şefkatle kucaklayan; sevinçlerine, kederlerine iştirak eden; başarılarını alkışlayıp olumsuz yanlarını görmezlikten gelen bir sevgi ve müsamaha kahramanıdır. O, çevresindeki aç gönülleri tatmin etmek ve karanlık ruhları aydınlatmak için her zaman bir buhurdanlık gibi tüter durur, bir mum gibi içten içe “cız cız” ederek hep kendine rağmen yaşar, oturur-kalkar yaşatma zevkiyle soluklanır ve mefkûresini ifade adına hiçbir fedakârlıktan geri kalmaz: Diriltmek için ölür, güldürmek için ağlar, dinlendirmek için hamarat gibi çalışır ve çevresindekileri ebediyete uyarma yolunda dur-durak bilmeden hep koşar; koşar ve ne yaldızlı takdirlere ne de insafsız tenkitlere önem vermez. İltifat gördüğünde “aman estağfirullah”la mukabelede bulunur. Tepki ve tenkitleri de “eyvallah”larla karşılar ve yoluna devam eder.

Mürşid, derecesine göre maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî değişik bilgilerle mücehhez, farklı konuları muhataplarıyla müzakere edecek kadar yetenekli ve onların problemlerine alternatif çözümler getirecek seviyede de bir bilgedir. Hâcegân ekolünün büyükleri, o günün mektepleri diyebileceğimiz medreselerde okutulan bütün ilimlerden icazetli müstaidleri irşadla tavzif ediyor, tekye ve zaviyelerini, kalb ve kafa izdivacına muvaffak olmuş, fizikî âlem kadar metafizik dünyalara da açık bulunan bu gönül insanlarıyla birer Hızır çeşmesi hâline getiriyorlardı. Bize göre, bu ölçüdeki insanlarla gerçek derinliğine ulaşamamış irşad yuvaları birer harabe, bu yuvalarda irşad hikâyeleri anlatanlar birer aldanmış ve bu nursuz mekânlara sürüklenen yığınlar da birer tali’sizdir.

Bir hak eri ne hoş söyler:

           Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır,

           Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş…

                                                          (Niyazî-i Mısrî)

Mürşid, ilim ve marifet ufku itibarıyla ne kadar da aşkın olsa, telkin, tebliğ ve temsilinde, muhataplarının idrak seviyelerini görüp gözetecek kadar arşiyesini ferşiyesiyle iç içe yaşayan bir kâmil, nüzûlünü urûca bağlamış bir vâsıl ve tenezzülünde etrafındakilerin sesi-soluğu olmuş kusursuz bir nâsihtir. O, terbiyegerdelerinin duygu, düşünce ve hissiyatlarını gözeterek yapacaklarını yapar ve söyleyeceklerini söyler. Ufkuna ait vâridâtın hususî rengi ya da değişik mülâhazalara bağlı o vâridâtın iğlâk ve iphamıyla muhataplarının düşüncelerini karıştırmadan her zaman uzak durmaya çalışır; çalışır zira hakikî mürşid, Kur’ân’ın has bir talebesidir ve Kur’ânî olma mecburiyetindedir. Kur’ân, yüceler yücesi bir sıfatın sesi-soluğu olmasına rağmen, vâhidî ve celâlî bir tecelli dalga boyunda değil de ehadî ve cemalî bir zuhur çerçevesinde peygamber ufkuna inmiş ve çoğunluğun idrak seviyesine göre insanlara seslenmiştir. Kur’ân’ın insanlarla muhaveresi böyle bir tenezzül çerçevesinde cereyan ettiği gibi, onun müstesna mübelliği, mürşidler mürşidi Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi ekmelüttehâyâ) irşad ve tebliğleri de hep bu üslûba bağlı cereyan etmiştir. O’na isnad edilen bir sözde bu husus vurgulanarak şöyle buyrulur: نَحْنُ مَعَاشِرَ الْأَنْبِيَاءِ أُمِرْنَا أَنْ نُكَلِّمَ النَّاسَ عَلٰى قَدْرِ عُقُولِهِمْ “Biz nebiler topluluğu, insanların seviyelerine inmek ve onlara anlayabilecekleri bir üslûpla konuşmakla emrolunduk.”ii

Mürşid, bir hâl insanı ve yaşadıklarını seslendiren bir sadakat kahramanıdır. Zaten, davranışları itibarıyla inandırıcı olmayan bir kimsenin başkalarına bir şeyi kabul ettirmesi de mümkün değildir. Anlatılan gerçeklerin vicdanlarda mâkes bulmasının bir tek yolu vardır; o da gönülden inanmak ve inandıklarını yaşayıp anlatmak. Şu tenbih bu hususu tenvire yeter zannediyorum: Cenâb-ı Hak, Hz. İsa’ya: يَا عيسٰى! عِظْ نَفْسَكَ فَإِنِ اتَّعَظَتْ بِه فَعِظِ النَّاسَ وَإِلَّا فَاسْتَحْيِ مِنّي “Ey İsa! Önce kendi nefsine nasihat et; o bu nasihati tuttuktan sonra başkalarına hayırhâh olmaya çalış; yoksa benden utan.”iiibuyurur. Bu irşad, Hz. Şuayb’ın Kur’ân’da geçen: وَمَۤا أُريدُ أَنْ أُخَالِفَكُمْ إِلٰى مَۤا أَنْهَاكُمْ عَنْهُ “Ben sizi menettiğim bir hususta size muhalif düşmek istemem.”iv ifadeleriyle de tam bir uyum arz etmektedir.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصينَ الْمُخْلَصينَ وَشَرِّفْنَا بِاتِّبَاعِ سَيِّدِ الْمُخْلَصينَ عَلَيْهِ أَفْضَلُ الصَّلَاةِ وَأَكْمَلُ السَّلَامِ وَعَلٰى اٰلِه وَصَحْبِهِ الْكِرَامِ

 Sızıntı, Eylül 2000

Bu yazıyı paylaş