Nakış; motif, tasarım, desen gibi kelimeleri çağrıştıran, zarafet, incelik ve estetikle bezeli bir işlemedir. Nakış nakkaşsız olamaz, yani her nakşı nakşeden bir failin olması zorunludur.
Peki, bir nakış, niçin nakkaşsız olamaz? Bir nesnede nakış varsa, ilim, kudret, irade, hikmet gibi sıfatlara, vasıflara sahip bir zat tarafından nakşedildiği aşikârdır. İlim olmadan tasarım yapılamaz. Her desende bir ölçü, orantı ve uyum vardır. Çizgilerin, noktaların, sınırların nerede başlayıp nerede bitmesi gerektiğini, estetik açısından birbirleriyle tenasübü bilinmeden, nakış yapılabilir mi?
Nakşetmek için sadece ilim de yeterli değildir. Bu ilmi, belli kurallar çerçevesinde icra edecek bir kudret olmalıdır ve bu kudret, girift işlerin karşısında acze düşmemelidir. Uygulama gücü yoksa, ilim fonksiyonel hâle gelemez. Ayrıca ilim ve kudreti belli bir maksada uygun bir şekilde tatbik için irade gereklidir. İrade mevcut değilse, ilim ve kudret icraat için kâfi gelmez. İradede kusur varsa veya sisteme izinsiz müdahale edenler mevcutsa, nakışlarda hatalar ve eksiklikler ortaya çıkar. Hikmetsiz bir nakış, mânâsız ve faydasız bir şekil yığınıdır ve hakiki mânâda bir nakış değildir. Hele nakışlarda hayat ve kelam gibi diğer sıfatlar da müdahil olduğunda, yani canlı ve iletişim yeteneği olan bir nakış icat edildiğinde, insan taklidinden aciz kalır.
Bir Yaratıcı’yı ve dini kabul etmeyen felsefi düşünce, dünyayı her zaman varmış gibi, her zaman var olacakmış gibi, hiç değişmeyecek gibi sabit zanneder; mevcudatın, yani belli bir vücudu olan canlı ve cansız bütün nesnelerin mahiyetlerinden, özelliklerinden çok detaylı bahseder. Âdeta kâinat kitabının yalnız nakış ve harflerine odaklanır, mânâsına önem vermez. Kur’ân’ın mânâsını bilmeyen bir kişi, nasıl sadece şekiller görür, formlara takılıp kalırsa, kelam sıfatıyla vahyedilen veya kudret sıfatıyla yaratılan ayetlerin de hangi mânâlara işaret ettikleri anlaşılamaz, hissedilemez, zevk edilmez.
Eşya, İlahî isimlerin cilvesi, cemali ve nakşıdır. Küçük büyük, canlı cansız her şey, Esma-i Hüsna’nın yansımalarıdır, güzelliklerini aksettirir, somutlaşmış mucizevi desenleridir. Her nakış, İlahî isimlere açılan birer pencere veya aynadır. Nakışları mânâ-yı harfî cihetiyle okuyanlar, yani Nakkaşlarını mülahaza ederek ele alanlar, dünyanın Esma ve ahirete bakan yüzüyle irtibata geçer. Nakışları mânâ-yı ismî cihetiyle okuyanlar, daha doğrusu lafza takılıp hakiki mânâyı okuyamayanlar, her şeyin hakiki Nakkaş’ını hesaba katmayanlar ise, dünyanın fani yüzüyle oyalanır. Nakış uzmanı olur, ama Nakkaş’tan gafil kalır, O’nu tanımaz ve sevemezler.
Dinsiz felsefe nazarında icat ile nakış birdir. Vücut verme, yani ilim, kudret, irade gibi sıfatlarla, bir kâinat sisteminin içinde, belli bir nesneyi bütün zerreleriyle inşa etmek, bu nesnenin bütün özelliklerini, işlevlerini ve çevresindeki nesnelerle olan ilişkilerini, sistemin işleyişi ve devamını aksatmayacak şekilde gerçekleştirmek gibi muazzam bir icraat, nakşın kendisine verilemez. Bir sistemin parçası olan bir sanat eseri, sistemin kurucusu, sahibi ve devam ettiricisi olamaz. Kalbden kopuk bir akıl veya menfaatperest bir zekâ, nakşın ötesine intikal edemez, pencere ve aynaya bakar, ne güzel pencere ve ayna der, pencerenin ötesinde veya aynada görülen Esma’nın mânâsını idrak edemez, cemal ve kemalinden zevk alamaz.
Hayatta hissiyat suretinde kaynayan, iç içe geçmiş, birbiriyle uyumlu dokunmuş nakışlar, pek çok İlahî isme ve Zât-ı Akdes’in hususiyetlerine işaret eder. Aldığımız zevk, duyduğumuz şevk, memnuniyet, gayret, motivasyon, meyil, iftihar, tatmin vb. yüzlerce his, hâl ve keyfiyet, Cenabı Hakk’ın kutsi, kusursuz, eşsiz, Zât’ına layık, sınırsız ve mükemmel sıfatları ve şuunatlarının yansımasıdır. Kusurlu ve sınırlı hislerimizle, O’nun kusursuz ve mutlak hususiyetlerini hissederiz.
Eğer nihayetsiz mucizeleri ve hünerleri olan gizli bir Zât’ın, sonsuz ilim ve kudretiyle, bu kâinatta sınırsız mânâları olan yazılar yazdığı, resimler yaptığı, nakışlar dokuduğu kabul edilmezse, bu nakışlar şuursuz sebeplere, kör tesadüfe, sağır tabiata verilirse, o zaman, ya bu âlemin her bir zerresi, taşı, otu, çiçeği, yıldızı sonsuz hüner sahibi birer yazar, ressam ve nakkaş olması gerekir ki, bir harfte bin kitabı yazabilsin, bir nakışta milyonlar sanatı derç edebilsin. Çünkü her bir kelimede, resimde ve nakışta bütün sistemde geçerli kanunlar, orantı, uyum ve estetik mevcuttur. Demek bu nakışları yapmak, bütün sistemi yapmak kadar harikadır. Öyle ise, her bir nakış, her bir sanat, o gizli Zât’ın bir işareti, bir imzasıdır.
Madem bir harfin, yazarına işaret etmemesi düşünülemez. Sanatlı bir nakşın, nakkaşını bildirmemesi imkânsızdır. Nasıl olur ki, bir harfte koca bir kitabı yazan, bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş, kendi kitabıyla ve nakşıyla bilinmesin?
İnsan, üstünde nakışları görünen İlahî isimlerin şuurlu bir aynasıdır. Yansıtırken yansıttığının ve kendi dışındaki yansımaların farkındadır. İnsanın bir odak noktası veya santral gibi kapsayıcı mahiyetinde, nakışları görülen yetmişten ziyade İlahî isim vardır. Mesela yaratılışıyla Sâni ve Hâlık isimlerine, en güzel kıvamda olmasıyla Rahman ve Rahîm isimlerine, maddi ve manevi sınırsız lütuflarla beslenmesi, büyütülmesi ve terbiye edilmesiyle Kerîm ve Lâtif isimlerine ayna olur. İnsan bütün uzuvları ve organlarıyla, muhteşem donanımıyla, çok ince manevi hisleri ve maneviyatıyla, duyuları ve hisleriyle ayrı ayrı İlahî isimlerin, ayrı ayrı nakışlarını gösterir. Nasıl ki İlahî isimler içinde en büyük, muazzam, zirve bir isim bulunur; öyle de, o İlahî isimlerin dokuduğu nakışlar içinde de dorukta olan bir nakış vardır ki o da insandır.
Allah’ın (celle celaluhu) en latif nakşı olan kendimizi ve kâinattaki İlahî nakışları okumazsak, O’nu yakından tanıyıp sevmezsek, biyolojik bir canlı veya cansız ve şuursuz bir nesne seviyesinde kalma ihtimalimiz vardır.